Sekizinde Amasya’dayım, mevlit günü de buradayım!”
Bu söz, vezirin de ummadığı bir hız vadediyordu. Nişancı Paşa, memnun kaldığını gösteren bir hareket yaptı, Keklik Mustafa’ya kapıyı gösterdi.
“Yürü…” dedi. “Durma!”
Keklik işi çakmıştı, Amasya’ya niçin gönderildiğini anlamıştı. Bu kadar telaş, bu kadar acele ancak hünkârın ölümünde ve yeni hünkârların tahta çağırılışında gösterilebilirdi. Başka hiçbir maslahat için on beş günlük yolun beş günde alınmasına, aldırılmasına çalışılmazdı. Fakat Nişancı Paşa, ulaklığa seçtiği adamın bu sezintisini sezmedi, kendi işiyle uğraşmaya koyuldu, yeni baştan kaleme sarılarak Karaman Valisi Cem Sultan’a kısa bir mektup yazdı; “Babanız öldü, kardeşinize de haber uçuruldu, Allah yardımcınız olsun!” dedi.
Şimdi bunu kiminle göndermek münasip olacağını düşünüyordu. Keklik Mustafa gibi uçar bir adam bulmak lazımdı. Nişancı Vezir, bir müddet kafa yordu, nihayet gülümseye gülümseye mırıldandı:
“Leylek Murat iyidir, üç günde Konya’ya varır.”
Ve o adamı çağırttı, hiçbir yerde durup dinlenmeden mektubu Konya’ya götürmesini, üç günde oraya varırsa büyük ikramlar göreceğini, bol bahşiş alacağını söyledi, herifi savdıktan sonra hünkârın tahtırevanını hazırlattı, otağın önüne perde çektirdi, ölüyü bizzat kucaklayıp o kapalı arabaya yatırdı, beylerden, paşalardan hatırı sayılanları uzakça bir yere topladı.
“Hekimler…” dedi. “Hamamda kan alınmasını söylüyorlar. Hünkâr İstanbul’a gidecek ve dönüşümüze kadar ordu burada konaklayacak!”
Asker, henüz uyurken tahtırevan yürümüştü, muhafızlar tarafından sarılı olduğu ve Nişancı Paşa da beraber bulunduğu hâlde hızla İstanbul’a doğru götürülüyordu!
LEYLEKLER ALIK OLUR!
Keklik Mustafa, Amasya’ya kadar rüzgâr gibi uçup giderken Leylek Murat da ulak kılığına girmişti, bir menzil atına binmişti, Karaman yolunda nal parlatıyordu, tozu dumana katıyordu. Keklik, niçin koştuğunu biliyordu. Mesafeleri kısaltmakla, son konağa çabuk yetişmekle büyük bir iş yapmış olacağını takdir ediyordu. Lakin Leylek Murat, omzuna yükletilen vazifenin kıymetinden bihaberdi, alelade bir ulak gibi yürüyordu. Gidiş gerçi hızlıydı. Lakin bu hızda, bu koşuda bir şehzadeye baht ve taht götüren adam yürüyüşü yoktu. Ara sıra atın başını çekiyor, dört yanına bakınarak nefesleniyordu, gelip geçenlerle konuşuyordu, sık sık da şarkı ırlıyordu. Bununla beraber iki günlük yolu bir günde alarak Kütahya yakınlarına gelmişti, orada at değiştirip yine yola çıkacaktı, uykusunu daha öteki menzilde kestirecekti.
Anadolu beylerbeyinin karargâhı olan Kütahya, her yanını saran kavak ve servi ağaçlarının yarattığı yeşil çerçeve içinden ilk evlerini gösterecek kadar belirdiği sırada Leylek’in önüne bir kafile çıktı. Bu, bir kervan değildi, bir gelin alayı değildi, bir askerî müfreze değildi. Fakat her üçünü de andıran karışık bir yolcu takımıydı. İçinde kervan gibi katar katar katırlar vardı, gelin alayı gibi tahtırevanlar vardı, silahlı adamlarla ihata edilmişti.
Leylek Murat, her şeye benzer görünüp de hiçbir şeye benzemeyen bu kafilenin tuhaflığına karşı kayıtsız kalamadı, atını sürüp ilerledi, merakını yatıştırmak için geri uçtaki bir atlı ile konuşmaya koyuldu:
“Uğurlar ola yoldaş, nereden nereye?”
Atlı, ulak kılıklı yolcunun sualine hemen cevap verdi:
“Bursa’dan geliyoruz, Karaman’a gidiyoruz.”
“Gelin mi götürüyorsunuz, mal mı? Katırınız kadar tahtırevanınız var!”
“Karamanlı Hacı Çelebi’nin adamlarıyız. Kendisi hastadır, çoluğu ile çocuğu ile Bursa’ya gitmişti, çermiklerde4 çimmişti, Allah’a şükür iyileşti. Şimdi yerine dönüyor!”
“Çelebi’de akça çok galiba. Mangırı kıt olanlar böyle alay düzüp diyar diyar gezemez.”
“Çelebi gönüller sultanıdır. Hepimizin malı, canı onundur!..”
Birbirini tanımayan iki atlı, konuşa konuşa biraz ilerlemişlerdi, bir kısım atlıları geçip en gerideki tahtırevanın yanına kadar yaklaşmışlardı. Leylek Murat, şu gönüllerin sultanı denilen Karamanlı Çelebi hakkında daha iyi malumat almak için suallerini sıklaştırıyordu. Herifin geçmişinden geleceğine kadar bir sürü şeyler soruyordu. Öbürü de zevkle, şevkle bildiklerini anlatıyordu. Hizmetinde bulunduğu Çelebi’nin nurdan yaratıldığını, bilgi namına dünyada ne varsa yutup hazmettiğini, duasının -peygamberler dileği gibi- makbul ve nefesinin bıçak gibi keskin olduğunu, her Karamanlının ona candan, yürekten bağlı bulunduğunu ballandıra ballandıra hikâye ediyordu.
Yalnız bu kadarla kalsa iyi. Herifçeğiz, efendisi için taşıdığı yüksek muhabbetin ilhamıyla birçok da menkıbeler sıralıyordu. Çelebi’nin üç beş yüz kişi tarafından lağım kazılmak suretiyle atılamayan dağ kadar büyük bir kayayı parmağının küçük bir işaretiyle yerinden kaldırıp ovaya düşürdüğünü, anadan doğma körleri kısa bir dua ile görür yaptığını, sekiz kocadan çocuk yapamayan kadınları bir nefesle analık zevkine kavuşturduğunu -yer, zaman ve ad tayin ederek- söylüyordu.
Konya’ya bir ayak evvel varmaya mecbur olduğunu unutmuş görünen Leylek Murat, tatlı bir masal dinler gibi bu efsaneleri can kulağı ile dinliyordu, neşeleniyordu. Bir aralık gözü, yan tarafına düşmüş olan tahtırevana ilişti ve kapalı duran perdenin kenarından bir çift gözün kendilerine baktığını gördü. Şimdi kulağı, geveze atlının ağzında ve fakat dikkati tahtırevanda idi, perdeye yapışık iki parlak düğmeye benzeyen o kadın gözlerini seyrediyordu.
Leylek Murat, tok gözlü ve tok sözlü bir adamdı. Kanaat ve feragat ehli sayılabilirdi. Para canlı değildi, rütbe delisi değildi, şöhret budalası hiç değildi. Karnı tok, sırtı pek olduktan ve cebinde de üç akça bulunduktan sonra bütün dünyayı bir pula almazdı. Onun için arkadaşları yanında büyük bir emniyet kazanmıştı. Hazineler ona emanet edilebilirdi ve onun bu cazibeli emanete hıyanet etmeyeceğine mutlak bir itimat beslenirdi.
Lakin tek bir kötü huyu vardı, güzele dayanamazdı, Akça pakça bir yüz görür görmez içine ezginlik gelirdi, bakışı filan değişirdi. Bunun için de kendisinden daima kuşkulanılırdı, harem dairelerinden uzak tutulurdu.
Bu kötü huyu yüzünden onun çekmediği eza ve görmediği ceza kalmamıştı. Henüz pek genç iken müderris olmak hevesine kapılarak medreseye girmişti. Çömezlik vazifeleri arasında müderris efendinin evine çarşıdan harç götürmek ve evden medreseye aş getirmek de vardı.
O, pazardan eve ve evden medreseye heybe ve sini taşırken bir gönül aşı pişirmeye kalkışmış, hocasının kızıyla mercimeği fırına vermek istemişti. Bu teşebbüs medrese dersleri kadar uzun bir dayakla ve kovulmakla neticelendi. Ondan sonra nereye kapılanmışsa aynı yola sapıyordu, aynı hüsranlı akıbete uğruyordu. Fakat iş bilir ve iş görür bir adam olduğu için açıkta kalmıyordu, nitekim şimdi de vezir dairesine kapılanmıştı, sayılı ağalar arasına girmişti. Şu kadar ki yeri, harem dairesinden bir kilometre uzaktaydı!
Huy, hakikaten canın altındadır. Değme musibetler, felaketler ve hele kuru öğütler, boş nasihatler kötü huyları değiştiremez. Leylek Murat da tahtırevan perdesinde bir çift göz görür görmez her şeyi unuttu, biricik kötü huyuna bütün iradesini kaptırdı, manasız hülyalara daldı.