M. Turhan Tan

Cem Sultan


Скачать книгу

Onun ağzından emirler veriyordu, hükümler dağıtıyordu. Şimdi de askere yine o ağızla iltifat etmişti. Fakat hünkârı tahtırevandan indirip otağa sokarken anasından emdiği süt burnundan geldi. Çünkü Fatih, kımıldanamayacak kadar mecalsizdi, kucaklanmaya muhtaçtı. Nişancı Vezir, bunu da kimseye göstermemek istedi, tahtırevanla otağ arasına -gelin arabalarının güvey evine yanaştığı sırada yapıldığı gibi- şal perdeler gerdirdi, hekimbaşı ile birkaç mabeyinciden başkasını o perde arasına sokturmadı, kendisi bizzat efendisini kucakladı, çadıra sokup yatırdı, sonra bir kenara diz çöküp oturdu, beklemeye koyuldu.

      Hekimbaşı, ümidini kesmişti, ilaç filan vermiyordu. Fatih de derin bir dalgınlık içinde o ümitsizliği kuvvetlendiriyordu. Gerçi çırpınmıyordu, dört yanına çırpınıp durmuyordu, inlemiyordu, muzdarip görünmüyordu. Şu kadar ki için için söndüğü belli oluyordu. Yüzünde, yağı bitmek üzere bulunan bir kandil fersizliği titriyordu. Gözleri yumulu, dudakları kapanık, yumrukları sıkık idi. Nefes alan bir ölü gibi upuzun yatıyordu.

      Dışarıda sanki kıyamet kopuyordu. Asker, alabildiğine eğleniyordu. Davul, zurna, zil ve dümbelek, düzensiz bir gürültü ile koca çayırı inletiyordu. Alay çekenler, mâni okuyanlar, destan söyleyenler, masal anlatanlar tümen tümendi. Her çadırdan bir başka ses çıkıyordu, çayırın her tarafında bir başka dernek kuruluydu. Hünkâr ölüyordu, asker gülüyordu!

      Fatih, bir aralık kımıldadı, gözlerini açtı, etrafına bakındı. Dışarıdaki gürültüyü mü işitmişti, içindeki acıdan bir nebze aman bulup da diriliğe mi dönmüştü, belli değildi. Yalnız bakıyordu. Lakin o bakışta suyu çekilen bir gölün dertli boşluğu, yaman bir kuruluk görünüyordu. Nişancı Paşa, koca kavuğunun gölgelediği iri gözleriyle korka korka baktı, derman yoksulluğundan doğan bu kuruluğu sezdi, içini çekti, elini alnına götürerek nemlenen gözlerini sildi. Onun üzülmemek elinden gelemezdi. Kuru, kupkuru görünen o gözlerin ne kadar sert baktığını ve o bakışların yürekleri nasıl korkuttuğunu en iyi bilenlerdendi.

      Fatih, boş bakışlarını bir müddet dört yana dolaştırdı. Bakar kör gibiydi. Bir şey göremediği belliydi. Sonra yine dalgınlaştı. Bu dalgınlık, deminki gibi cansız değildi, yüzünde rüya gören bir adam uyanıklığı vardı. Bunu Nişancı Paşa da anladı. Hastayı derin derin süzmeye başladı. Sanki onun ne gördüğünü, yüzündeki çizgilerden okumak istiyordu.

      Üç beş dakika da böyle geçti. Hastanın anlaşılmayan rüyası, Nişancı Paşa’nın da işkilli bakışı devam ediyordu. Nihayet bir ses, Fatih’in soluk dudaklarından çıkan verem bir ses, yarı karanlık çadırdaki ıssızlığı yardı. Hasta sayıklıyordu:

      “Ahmet, zavallı Ahmet!”

      Nişancı Paşa küçük bir düşünce geçirdi ve gamlı gamlı mırıldandı:

      “Kardeşini görüyor, süt emerken boğdurduğu biricik kardeşini!”

      Ve sonra bir şeyler okuyup hastanın yüzüne üfürdü. O, bütün insanların son nefeslerinde, geçmiş günlerini akar bir şerit gibi gördüklerine dair kulaktan kulağa geçen bir rivayeti hatırlamıştı. Eğer bu rivayet sahih ise Fatih de elli iki yıllık ömrünü kısa bir an içinde görecek demekti. Hâlbuki bu görüş, ağır bir hastayı neşelendirecek bir şey olamazdı. Gerçi onun herhangi bir insan yüreğini yükseltecek, sevinçle dolduracak işleri çoktu. Lakin bu parlak işlerin yanında yürek üzecek günahlar da dizili duruyordu. Nişancı Paşa, işte bu noktayı düşünerek efendisinin sıkıntısızca ölmesi için dua okuyordu.

      Dua nihayet bir tesellidir. Duracak kalp, kesilecek nefes, teselliden müteessir olmaz, olamaz. Fatih de sayıklamasına devam ediyordu:

      “Tu, beceriksiz ödek!2 Dört kayığı tutamadın!”

      Nişancı Paşa, bu sözün de hangi hikâyeye işaret olduğunu anlamakta güçlük çekmedi. Amiral Baltaoğlu’nun Akdeniz’den İstanbul’a gelen Ceneviz gemilerini geri çeviremediğini gören Fatih, bu sözleri haykıra haykıra atını denize sürmüştü. Nişancı Paşa, o gün yine efendisinin yanındaydı, Ceneviz donanmasını atla karşılamak, eliyle yakalamak isteyen genç hünkârı bu çılgın saldırıştan alıkoyan da yine kendisiydi.

      Sayıklamanın ardı arası kesilmiyordu. Hasta hünkâr, iyi ve fena ne yapmışsa hepsini birer birer söylüyordu. Birbirine uymayan bu anışlar, bu hatırlayışlar deli saçmasına benziyordu. Lakin Nişancı Paşa, o sözlerin neye ve hangi vakaya yaraştığını anladığı için müteessir oluyordu, koynundan çıkardığı mendille durmadan gözlerini siliyordu.

      Hasta nihayet sustu, çadırda da o eski ıssızlık yeniden yüz gösterdi. Nişancı Vezir, hâlâ bekliyordu, efendisinin dalgınlaştığını sanarak kendi düşüncelerine sarılıyordu. Fakat çadırın ta köşesinde dizüstü oturan hekimbaşı, yavaş yavaş yürüyerek geldi, hastanın yüzüne dikkatle baktıktan sonra vezire yaklaştı, hakikati haber verdi:

      “İnnalillahi ve inna ileyhi raciun!”

      Nişancı Paşa yerinden fırladı.

      “Sus!” dedi. “Dilin kurusun! Efendimiz uyuyor!”

      Ve boğucu bir heyecan içinde yatağa yaklaştı, kulağını efendisinin ağzına yanaştırdı. Fesuphanallah! Nefes yoktu, göğüste hareket yoktu, gözlerde ışık yoktu, lakin bir mırıltı vardı:

      “Cem’e kıymayın, Cem’e kıymayın!”

      Hastanın rüyasını tamamlayıp gözlerini dünyaya kapadığına göre bu işitişte bir aksaklık, kuruntumsu bir şey vardı. Lakin vezir, kelimeleri o kadar açık işitmişti ki, yanlış bir duyuşa kapıldığına ihtimal vermedi, Fatih’in değilse bile ruhunun kendisine bir vasiyet bıraktığına inandı. Efendisinin son bir hizmet olarak ısmarladığı bu iş, zaten kendi düşüncesine de uygun düşüyordu. Onun inanışına göre Fatih, son nefesinde oğullarını düşünmüştü ve Cem için bir sızı, bir yanış duymuştu.

      Nişancı böyle sandı, yapacağı işi bir anda tasarladı, yatağın önünde diz çöktü.

      “Ruhun üzülmesin.” dedi. “Buyruğun yerini bulacaktır!”

      Müteakiben hekimbaşıya döndü, kimseye sezdirmeden başimamı çağırmasını söyledi ve o çadırdan ayrılınca gözlerini ölüye çevirdi. Aman ya Rabbi!.. İstanbul’u almak için aylarca didinen, karadan gemi yürüten adam bu muydu? Deliorman önünde geri çekilen yeniçerilerin yüzüne tükürüp “Ben sizi yiğit sanırdım, siz kötü tavşanlarmışsınız!” diyen, atını ormana süren cesur silahşor bu muydu? Belgrat duvarları dibinde üstüne gelen dev kılıklı düşmanın tek bir darbede başını gırtlağına kadar yarıp ikiye bölen dövüşken asker bu muydu?

      Hayır! Şu kırçıl sakalı şahinimsi burnuna doğru kıvrılan soluk yüzlü, yumuk gözlü ölü, hiç de o saldırışları, o kılıç vuruşlarını yapan adama benzemiyordu. O canlılıkla bu dermansızlık arasında münasebet yoktu. Demek ki ecel, her şeyi ve her şeyi silip süpürüyordu, hayale çeviriyordu.

      Nişancı Vezir, filozoflaşıp dururken hekimbaşı ile başimam içeri girdiler, yatağa yaklaştılar. Mehmet Paşa, imamın kulağına eğildi.

      “Oku…” dedi. “Emme içinden oku. Dudağın kımıldamasın, sesin çıkmasın.”

      Ve sonra hekimbaşıya dönüp şu emri verdi:

      “Sen de burada kal, kıpırdama. Ben şimdi gelirim.”

      O, tasarladığı işi bir düzen ve bir sıra içinde yapmaya savaşıyordu. Ölüyü gözden geçirip tefelsüf ederken3 planını da hazırlamıştı.