bu sözlere karşı kaval dinleyen bir koyun kadar bile hassas değildi, sadece başını sallayıp duruyordu. Fakat perdedeki gözlerin yerinde birdenbire yarım bir ay belirdiğini görünce cezbeye düştü.
“Hay bre!” dedi. “İçime kor koydun, yüreğimi yalazladın. Gayri sizden ayrılmam, kendi yoluma gidemem, Çelebi’nin elini öpüp kölesi olacağım.”
Öbürü zaten böyle hadiselere alışıktı. Karaman’ın köylerinden değil, saatlerce uzak yerlerden bile Çelebi’nin yüzünü görüp sözünü işitmeye gelenler vardı. Bunların çoğu o nimete erdikten sonra postu dergâha sererler, boğaz tokluğuna uşaklık ederlerdi. Şu ulak kılıklı atlı da aynı şeyi yapıyordu, kulaktan aşka tutulup Çelebi’ye kul olmak istiyordu.
Hacı Çelebi hakkında durup dinlenmeden malumat veren, onu yarı ilahlaştıran adam, bu kanaatle hiçbir hayret eseri göstermedi.
“İyi edersin.” dedi. “Bizim sürüye katılırsan ahiretin mamur olur. Biz hep öbür dünyada bir köşk sahibi olmak için bu hizmeti kabul ettik, Çelebi’ye bağlandık.”
Leylek, açılıp kapanan ayla meşguldü, o ayın ışığına gönül vermişti, yine o ışıktan uzak kalmamak için Çelebi’ye kapılanmayı tasarlıyordu. Şimdilik ahiretle alakası yoktu, hele tahtırevandaki nur parçasını geri koyup da öbür âlemde köşk kazanmayı hatırına bile getirmiyordu, bu sebeple için için güldü.
“Hele bir yol…” dedi. “Çelebi’yi görelim, yüreğimizi aydınlatalım, ahireti sonra düşünürüz.”
Beriki dindar bir ısrar gösterdi:
“Cennetin yolu, Çelebi’nin eşiğinden başlar. Oraya yüz süren, cennetin de kokusunu alır.”
“Ben şimdilik o kokuyu alıyorum, hurileri bile görüyorum. Bir iki saate kadar dileğime kavuşmazsam, sizin sürüye karışmazsam ölürüm!”
Büyük bir kalabalık, Kütahya’nın kenarında kafileyi karşılamaya çıkmıştı. Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa da onların arasındaydı, Karamanlı Çelebi’nin elini öpmeye hazırlanıyordu. En önde yürütülen süslü bir tahtırevandaki Çelebi, karşılayıcılardan haberdar edilince emretti, kafile durdu ve başta Sinan Paşa olmak üzere yüzlerce adam, tahtırevanın penceresi önüne yığıldı. Herkes aşkla, şevkle, keramet ehli yolcunun elini öpüyordu, hayır duasını alıp sevine sevine geri çekiliyordu. Yalnız Sinan Paşa, dudaklarında getirdiği sevgileri, saygıları, Çelebi’nin zayıf eline bıraktıktan sonra da ayrılmamıştı, kalabalığın dağılmasını bekliyordu. O, el öpme işine koşan Kütahyalıları murakabe ediyormuş5 gibi dikkatli dikkatli bakınıyordu. Ziyaretçilerin ağızlarından çıkan sözleri kelime kelime dinliyordu ve onlara verilen cevapları da âdeta ezber ediyordu. Bu iş biter bitmez ilerledi, Çelebi’nin elini bir kere daha öptü.
“Üç gün…” dedi. “Benim konuğumsun, evimin nurusun. Aziz başına ant içiyorum: Bırakmam!”
Çelebi gülümsedi:
“Çokluğuz, sizi rahatsız ederiz. Bu gece sohbet edip yarın izninle yola çıkalım.”
“Olmaz, vallahi olmaz, tallahi olmaz. Seni gökte ararken yerde buldum. Nasıl olur da çarçabuk bırakırım?”
“Peki paşam, üzülme, dediğin olsun!”
Şimdi kafile, Anadolu valisinin konağına doğru yürüyordu. Leylek Murat da kısa bir an içinde dostlaşmış olduğu atlı ile atbaşı bir yürüyerek kafileyi takip ediyordu. Oraya gelinceye kadar olduğu gibi, el öpme merasiminin cereyan ettiği sırada da gözünü mahut tahtırevandan ayırmamıştı. Yoldaş tuttuğu adamla konuşur gibi göründüğü hâlde mütemadiyen tahtırevandaki kadınla meşgul olmuştu. Hizmetçi mi, hanım mı olduğu belli olmayan o parlak yüzlü mahluk da onunla alakadardı, ikide bir perdeyi aralıyordu, gözlerini Leylek Murat’ın pos bıyıklarına, geniş omuzlarına dikiyordu. Bu bakışlar o kadar ustalıklı yapılıyordu ki, Leylek’in yanı başındaki adam, farkında olmuyordu. Belki tahtırevan içinde bulunan diğer kadınlar da bu mücrim hareketi sezemiyorlardı.
Leylek Murat, ne yapacağını tasarlamış değildi, kör körüne yürüyordu, şimdilik tek bir şey düşünüyordu: Kafileden ayrılmamak! Bu suretle cazibesine tutulduğu güzelin yakınında bulunmuş olacaktı. Ondan ötesini tesadüfe, daha doğrusu bahtına bırakıyordu. Gerçi o bahtın bu gibi işlerde hiç de lütufkâr olmadığını biliyordu. Lakin tahtırevan güzelinin gülümseyen bakışları, zalim bahtın artık merhamete geldiğini ispat ediyordu ve Leylek Murat, sellemehüsselam6 atıldığı bu yeni maceranın hoş neticeler vereceğini umuyordu!
Onunla konuşan ve şöhretli Çelebi’nin hizmetkârları arasına girmeye teşvik eden adam, kafilenin konuk olarak şuraya buraya dağıtılmasına başlandığı vakit yaklaştı, elini Leylek Murat’ın omzuna koydu.
“Sen…” dedi. “Benimle bile kal. Şu gürültü savulsun, herkes yerine dağılsın. Seni ben Çelebi’nin yanına götürürüm, el öptürüp daireye yazdırırım!”
Bu, iyi bir yardımdı ve tahtırevandaki kadınlar, kendilerinin götürüldüğü konağın harem dairesine indirildikleri için Leylek Murat’ın başka yere gitmesine zaten imkân da yoktu. Bu sebeple tereddütsüz kabul etti, atını öbür atlının hayvanını bağladığı ahıra götürdü ve yine o atlı ile beraber kendilerine tahsis olunan odaya girdi, silahlarını duvara astı, aynı odada bulunan Çelebi’ye mensup diğer adamlar gibi bir posta uzandı, kılavuzunun harekete geçmesini beklemeye koyuldu. Konya ve Cem Sultan, tamamıyla zihninden silinmiş gibiydi, yalnız tahtırevan güzelini düşünüyordu, onunla mutlaka anlaşacağına kanaat besliyordu!
O zamanlar dört beş Türk bir araya gelince mutlaka attan, silahtan ve savaştan söz açarlardı. Çünkü hayat, muayyen bir çerçeve içinde geçiyordu. O tarihte kahve yoktu, tütün yoktu, oyun kâğıdı yoktu, satranç varsa da yüksek tabakaya mahsustu. Günahlardan koku ve ses çıkmamasına çok dikkat edildiği için içki kullananlar ağızlarını ve sevda çekenler dudaklarını sımsıkı kaparlardı. Aşk kaldırımlarda dolaşmaz ve şarap sarhoş olup sokaklarda nara atmazdı.
Hayat böyle mahdut ve hele mukayyet olunca sohbet mevzuları da tabiatıyla darlaşırdı. Şu kadar ki o dar mevzular, değişikliklerle doluydu. Mesela at mevzusu alabildiğine değişirdi. Herkesin birkaç atı ve her atın birçok hikâyesi vardı! Harp mevzusu da öyleydi. Her yıl ve hatta her gün harp eden bir milletin menkıbelerine nihayet mi olur? Hülasa o zamanların yaşayışı bizim havsalamıza sığmayacak şekildeydi. Beşikteki çocuklar, ninniden ziyade at kişnemesi, silah şakırtısı ve harp hikâyesi dinlerlerdi. Gençler, ilk neşeyi cirit meydanlarında ve ilk heyecanı harp sahnelerinde duyarlardı.
Leylek Murat’ın da içlerine karıştığı Sinan Paşa konukları da aynı şeyleri konuşuyorlardı. Koğuşumsu geniş odada birer posta uzanmışlardı, çorba gelinceye kadar çene yarışı yapıyorlardı. Hacı Çelebi’nin adamları dervişliğe bel bağlamış kimseler olmakla beraber yine attan ve silahtan anlarlardı, savaş hikâyelerinden zevk alırlardı. Çünkü onlar da Türk’tü. Zaman zaman teberlerini omuzlayarak gazaya giderlerdi, ya Mora’dan ya Sırbistan’dan mürşitlerine canlı ve cansız armağanlar getirirlerdi.
Bu yiğitliğe vurgun ve bizzat yiğit adamlar, şimdi de dil birliği yapmışlardı, Midilli’nin nasıl alındığından, Belgrat önünde nasıl çarpışıldığından, Mora’nın nasıl altüst edildiğinden, Kazıklı Voyvoda Vlad’la nasıl boy ölçüşüldüğünden, Arnavutluk’ta nasıl at oynatıldığından tutturarak son yarım asrın harp menkıbelerini birer birer anlatıyorlardı.
Bu