M. Turhan Tan

Cem Sultan


Скачать книгу

şeyhlikle, diğeri devlet adamlığı ile hayat yolunda yükseldikçe çocukluk kini başka bir istikamet almış ve sönmez bir husumet hâline geçmişti. Nişancı Vezir, devletçi gözü ile onu tahlil ve takip ediyordu, tehlikeli bir unsur sayarak hakkında bazı mahrem tedbirler almaya savaşıyordu. Çelebi de vaktiyle kendisini döven, hırpalayan mahalle komşusunun şimdi imparatorluğu idare etmek mevkisine geçmesini kıskanıyordu, her yerde onun aleyhinde lisan kullanıyordu, şerefini kırmaya çalışıyordu. Bu gidişle bir gün bunların karşı karşıya geleceklerinde şüphe yoktu. Ya Karamanlı Paşa, bir fırsatını bulup onu ordularla ezecekti. Yahut Hacı Çelebi, padişaha hulul ederek rakibini kündeden atacaktı.

      Çelebi’nin Cem Sultan’ı sevmemesi de yine Nişancı Vezir yüzündendi. Genç prensle şöhretli vezir arasında gizli bir dostluk bulunduğunu adamları sayesinde öğrenmişti. Düşmanının dostu kendisinin düşmanı olacağı için Cem Sultan’dan huylanıyordu. Onun, içine amber karıştırıp şarap içmesini, delikanlılarla güreş tutmasını, ırmaklarda yüzüp kumda yatmasını vesile yaparak kulaktan kulağa dedikodular yürütüyordu ve şehzadeyi kötülemeye, kötü göstermeye uğraşıyordu.

      İşte bu vaziyette bir adamla, Leylek Murat’la karşılaşmış, mahrem bir mektuptan haberdar olmuş ve hatta o mektubu ele geçirmiş bulunuyordu. Artık gaflet ve tereddüt gösteremezdi, mutlaka bu fırsattan istifade edecekti. Fakat telaşa kapılmıyordu, kayıtsız görünüyordu. Leylek Murat’ın mektubu önüne koyması üzerine husule gelen şaşkınlığı da bir lahza içinde gidermişti, zihnini işletip planlar sıralıyordu. Gafil âşığın hikâyesi bittikten sonra gülümsedi.

      “İyi ama evlat…” dedi. “Emanete hıyanet olmaz. Sen bu mektubu bana vermek için değil, Cem Sultan’a götürmek için aldın. Vazifeni yapmalısın.”

      Leylek, hafakanlar içindeydi. Uğursuz mektubu götürmek, Çelebi’nin kafilesinden ayrılmak demekti. Bu ayrılış ise aziz sevgiliyi kaybetmekten başka bir şey değildi. Leylek, böyle bir felakete tahammül kudretini nefsinde bulamıyordu. Lakin mektubu götürmemek cihetini de birdenbire ileri süremiyordu. Böyle bir hareketin, Çelebi tarafından da söylenildiği veçhile, emanete hıyanet sayılacağını ve bizzat Çelebi’nin bu kayıtsızlığı hoş görmeyeceğini düşünüyordu. Tükürüğüne sakalla bıyık arasında hedef bulamayan alıklar gibi yutkunup duruyordu!..

      Çelebi, aşk yüzünden pot üstüne pot kıran ulağın donuk donuk bakışından, sık sık yutkunuşundan tam bir sersemliğe düştüğünü anladı, işi kendi çıkarına göre idare etmeye koyuldu:

      “O kadar sıkılma oğul…” dedi. “Bu dünyada yalnız ölüme çare bulunmaz, başka her derdin dermanı vardır. Baba ile evlat gibi konuşup anlaşarak bu mektup maslahatını da kitaba uydururuz, hesaba sığdırırız. Sen bana işin içyüzünü deyiver.”

      Hangi işin içyüzü?.. Leylek Murat, bu kelimelerden tahtırevan güzeline gönül verişinin sorulduğunu zannetti. Dervişin fikri neyse zikri de odur derler. Alık Murat da kulağına çarpan her sesin yüreğinde yanan emelle alakadar olduğunu sanıyordu. Fakat o gönül sırrını açığa vurmaya da cüret gösteremiyordu. Yine yutkunuyordu, ellerini ovuşturuyordu.

      Çelebi, maksadını izaha lüzum gördü:

      “Bir kere bana haber ver: Şevketlu hünkâr nicedir?”

      “Hastadır.”

      “Hasta mı? İyi biliyor musun?”

      “Üsküdar’da mizacını bozdu, ata binemez oldu, tahtırevana kondu. Hünkârçayırı’na öyle geldi!”

      “Allah şifalar versin. Ya Nişancı Vezir?”

      “Turp gibidir!..”

      “Sana bu kâğıdı verirken ne dedi?”

      “Üç günde Konya’ya gideceksin buyurdu.”

      “Seninle bile çıkan başka ulak var mıydı?”

      Leylek Murat, başını eğip düşündü. Sadrazamın otağına girerken Keklik Mustafa’nın bir kapı yoldaşına, “Bana yol göründü kardeş, Allah’a ısmarladık.” dediğini hatırladı. Vezirin huzuruna çıkmakta acele ettiği için o zaman bu sözlere ehemmiyet vermemişti. Ancak şimdi manalarını anlıyordu ve Çelebi’ye de anlatıyordu:

      “Gaibi Allah bilir ama Keklik Mustafa da benim gibi yola çıkarılmış olsa gerek!”

      “O nereye gitti dersin?”

      “Bilemem.”

      Leylek Murat bilmeyedursun, Hacı Çelebi keyfiyeti, kendi gözü önünde cereyan etmişçesine anlayıvermişti. Onun uzun uzadı düşünmeye lüzum görmeden tertip ettiği kıyas şuydu: Hünkâr, ya ölmüştür ya ölmek üzeredir. Nişancı Vezir, bu mühim hadiseden veliahdı da Cem Sultan’ı da haberdar etmek için yola iki ulak çıkarmıştır. Bundan maksadı da tahtın iki vârisine birden hoş görünmek, hulus çakmaktır.

      Çelebi, yalnız bir noktayı halledemiyordu. Karaman valisi olan Cem Sultan’ı bulmak için Konya’ya gidecek olan ulak yolunu bırakıp da kendinin yanına niçin geliyor? Bu, şöhretine karşı hakikaten gönül kaptırmaktan mı ileri gelen bir hareketti, yoksa pek saf ve hatta âşık görünen bu adamın gizli ve kirli bir maksadı mı vardı?

      Bu noktanın aydınlanması lazım olmakla beraber Çelebi kuvvetin şimdilik kendisinde olduğunu, maslahatı dilediği şekle sokabileceğini düşünerek daha fazla üzülmedi, çarçabuk kararını verdi, önünde duran mektubu Leylek Murat’a uzattı.

      “Bunu al…” dedi. “Koynuna koy, yerine git, rahat et. Yarın yine görüşürüz, yapılacak işi kararlaştırırız. Sen artık benimsin, benim adamımsın. Ne hacetin varsa görülür, gam yeme, sıkılma!..”

      Alık Leylek, muradına ermiş olmak zevkiyle hemen koştu, Hacı Çelebi’nin elini öptü ve artık tahtırevan güzelinden ayrılmayacağını, onu göre göre, onun nurunu içe içe yolculuk yapacağını düşünerek odadan çıktı, yatacağı koğuşa gitti. Oradakiler hep uyumuşlardı, o da hemen bir posta uzandı, heybesini başının altına koyarak gözlerini kapadı, hülyalarına sarıla sarıla uyumaya koyuldu.

      Beri tarafta Hacı Çelebi, Sinan Paşa’ya haber göndermişti, mutlaka görüşmek lazım geldiğini bildirmişti. Paşa, günün yorgunluğunu çıkarmakla meşguldü, yuttuğu afyonun sarhoşluğu ile genç ağızlardan masal dinliyordu ve bu masallardan aldığı ilhamlarla birtakım sahneler yaratıp duruyordu. Çelebi’nin davetini işitince yüzünü ekşitti, okkalı bir küfür savurdu, lakin o davete icabet etmemeyi de beceremedi, mahmur mahmur kalktı, kürküne büründü, selamlığa çıktı, Çelebi ile yüzleşir yüzleşmez de dilbazlığa girişti:

      “Yine keramet gösterdiniz, gönlümü okudunuz. Odamda hep sizi düşünüyordum, sohbetinizin iştiyakını çekiyordum, yüzümü kızartıp yanlarına gitsem mi diyordum. Lütfettiniz, beni meramıma erdirdiniz.”

      Çelebi, çok ciddi idi, bu müdaheneye9 karşı tebessüm bile göstermedi, paşaya yanı başında yer gösterdi.

      “Hele oturun…” dedi. “Bir keşfimiz var!”

      Sinan Paşa’nın gözlerinde bir hoşnutsuzluk parlayıp söndü. O, şeyhlerin keşiflerini çok görmüş ve çok duymuş bir adamdı. Bir tekke yaptırmak yahut da yapılı bir tekkeye köy bağışlatmak için gaipten emirler getiren bu cerrar10 keşşafların hünerleri birbirinin aynı idi. Hacı Çelebi ihtimal ki böyle bir teklifte bulunacak ve kendisini lüzumsuz bir masrafa sokacaktı. Fakat keşif demek, lahuti11 âlemlerden haber vermek demek olduğu veya o suretle telakki edildiği