M. Turhan Tan

Cem Sultan


Скачать книгу

valilikler filan da değişecekti, o hâlde kendisinin de mukadderatında iyi veya kötü değişiklikler vukuya gelecekti. Acaba şeyh, bu değişikliği de haber verebilecek mi idi?..

      Paşa bu düşünce ve büyük bir heyecanla kulaklarını dikmişti. Çelebi de tekerlemelerine devam ediyordu:

      “Doğrusu, pek iyi anlayamadım, Süheybi Rumi’ye de soramadım, onun için hünkârın henüz sağ mı yahut ölü mü olduğunu söyleyemem. Yalnız şurası muhakkak ki Sultan Mehmet hastadır, hem de ağır hastadır. Nişancı Vezir telaşa düşüp Amasya’ya, Konya’ya ulaklar çıkarmıştır.”

      Sinan Paşa’nın ağzında hayret belirdi ve dişlerinde üç kelime çıtırdadı:

      “Konya’ya mı, ne münasebet?..”

      “Süheybi Rumi Hazretleri ancak hadiseleri haber verdiler, bu hadiselerin sebeplerini söylemediler, yine o mübarek zat, Konya’ya gidecek ulağın şu dakikada Kütahya’da bulunduğunu, Cem Sultan için vezirin yazdığı mektubu da koynunda taşıdığını söyledi!”

      Keşfin bu kadarını ummayan paşa, garip bir ürküntü içindeydi. Eğer bu sözler sahih ise, Karamanlı vezirin Cem Sultan’a yolladığı ulak Kütahya’da bulunuyorsa Hacı Çelebi’nin keramet ehli olduğuna artık şüphe kalmıyordu. Bununla beraber onun büyüklüğü, küçüklüğü sonra düşünülecek bir mesele idi. İlkin yapılacak şey, ulakla mektubu yakalamaktı. Paşa, bu düşünceyle yerinden fırladı.

      “İzin ver şeyhim…” dedi. “Herifi buldurayım. Keşfiniz doğru ise büyük bir felaketin önünü almış olacağız.”

      “Orasını siz bilirsiniz. Biz ancak gaipten aldığımız haberi söyleriz, ilerisine karışmayız.”

      Hemen kaydedelim ki, Sinan Paşa, Fatih’in büyük oğlu Beyazıt’ın eniştesidir. Gerçi Cem Sultan da onun kayınbiraderiydi. Lakin nikâhında bulunan kadın, Beyazıt’la ana baba bir kardeştir, Cem’le anaları ayrıdır, bu sebeple Sinan, kendini yalnız Beyazıt’ın eniştesi tanır. Onun şu uydurma, fakat hakikate uygun keşiften heyecana kapılması da bu yüzdendir, Nişancı Vezir’in saltanatı Cem Sultan’a vermek istemesinden kuşkulanmasındandır.

      Böyle bir yakınlık, sıhri13 münasebet de olmasa Sinan Paşa, ulak meselesine kayıtsız kalamazdı. Padişahın ölmek üzere bulunmasının veliahttan evvel diğer bir şehzade tarafından haber alınmasına mâni olmak isterdi, çünkü böyle bir hareket, kendisini yeni hünkâra sevdirmiş olacaktı. Hülasa şahsi ve siyasi sebeplerle Cem Sultan aleyhine cephe almak mecburiyetinde bulunuyordu. Zaten Hacı Çelebi’nin planı da onun bu hususiyetine istinat ediyordu. Kurnaz şeyh, Sinan Paşa’nın Beyazıt’a taraftar olacağına emindi ve Nişancı’nın çevirmek istediği entrikayı bozmak için bu taraftarlıktan istifade etmek istiyordu. Kuvvetle umduğu gibi Sinan, ulağın elindeki mektubu alır ve esrarı meydana çıkarırsa Nişancı için felaket muhakkak demekti. Çünkü Sinan Paşa’nın öğrendiği şeyleri Beyazıt’a bildirmesi gayet tabii idi.

      Çelebi bir taşla birkaç kuş vurmak üzere bulunuyordu. Bir kere keramet taslıyordu, gaipten haberler veriyordu, sonra Sinan Paşa’nın itimadını kazanıyordu, daha sonra Nişancı Vezir’i uçuruma sürüklüyordu, tahta namzet olan Beyazıt’ın teveccühünü de temin etmek yolunu bulmuş oluyordu.

      Zeki Çelebi, oynadığı oyunun mükemmeliyetinden dolayı için için sevinirken Sinan Paşa da odadan çıkıyordu, eşiğin önünde birdenbire durakladı.

      “Şeyhim!” dedi. “Ulak acaba nerede? Handa mı, evde mi? Bağda mı, bahçede mi? Uzun uzun aramayalım, ola ki elden kaçırırız.”

      “Şehirdedir, dışarıda değildir. Araştırsanız kolay bulursunuz. Adı da Murat olacak. Süheybi Rumi Hazretleri öyle buyurmuşlardı!”

      Yarım saat sonra, Leylek Murat, Sinan Paşa’nın dairesinde idi. Tatlı rüyalarla dolu uykusundan uyandırılarak itile kakıla götürülmüş, koynundaki mektup alınmış, bir odunluğa tıkılmıştı. Niçin ve neden böyle bir muameleye uğradığını bilemiyordu, sersem sersem düşünüyordu. Padişah ulağına el kaldırmak kimsenin haddi değilken o, hapse sokulmuştu. Buna inanamayacağı geliyordu. Fakat içine sokulmuş olduğu dar mahzen, başına gelen felaketi alnına çarpıp duruyordu.

      Zavallı Leylek, o hâlinde de gönül verdiği meçhul güzeli hatırlamaktan geri kalmıyordu. Nasıl olsa bu badireden kurtulacağına itimat besliyordu. Çünkü kendisini hapse sokanların er veya geç, ağır bir suç işlediklerini anlayacaklarını umuyordu. Onlar, ulaklığından şüphe etmiş olabilirlerdi. Lakin Cem Sultan’a hitaben yazılı olan mektubu görür görmez bu şüphelerinden utanacaklardı, özürler dileyip yakasını bırakacaklardı.

      O böyle düşünüyordu, tuzağa düştüğünü hatırına bile getirmiyordu. Nasıl bir vazife ifasına memur edildiğini bilmediği, Çelebi ile Nişancı ve Sinan Paşa ile de veliaht arasındaki münasebetleri de hatta tasavvur edemediği için hakikati idrak etmekten çok uzak bulunuyordu. Ağır bir hakarete uğradığını görüyordu ve sadece tahtırevan güzelini göz önünde tutuyordu!

      Onu, bu biricik düşünceden ayıranlar yine Sinan Paşa’nın adamları oldu. Gün doğumuna yakın bir zamanda onlar, iki iri yapılı adam, odunluğa geldiler, kapıyı açtılar, şimşek süratiyle ellerini bağladılar, sürüye sürüye götürdüler, bir dere kenarında diz çökerttiler, bir şey söylemeden ve söyletmeden başını kestiler, cesedini suya attılar. Şimdi tahtırevandaki güzelin hayali, o cesetsiz baştaki fersiz gözlerde ve vehmî bir aşkın hüsranı da başsız cesetteki işlemeyen yürekte yaşıyordu.

      Sinan Paşa, Leylek Murat’ın öbür dünyaya gönderildiğini yine Hacı Çelebi’nin yanında Cem Sultan’a ait mektubu beraberce okumakta iken haber aldı.

      “Âlâ…” dedi. “Bu iş de bitti, şimdi biz İstanbul’u kollayalım, Nişancı Vezir’in orada ne kozlar kırdığını anlayalım, bu kâğıdı da şevketlu hünkâra gönderelim.”

      Hâlbuki Nişancı Vezir’in tedbirleri hiç de takdire uygun çıkmadı. Konya’ya gönderdiği ulak, bu suretle kazaya uğradığı gibi Hünkârçayırı’nda bıraktığı ordu da saklanılan hakikati pek çabuk öğrendi, akın akın İstanbul’a indi, Fatih’in ölümünü saklayan vezir aleyhine ayaklanarak onu öldürdü! Yalnız Keklik Mustafa, yolunda arızasız yürüdü, yüz altmış fersahlık mesafeyi dört günde aldı, babasının ölümünü veliahda müjdeledi.

      Hikâyemize mevzu ittihaz ettiğimiz Cem Sultan’ın ilk talihsizliği işte bu hadisedir. Eğer Leylek, Keklik’ten evvel Konya’ya varsaydı, Cem Sultan da kardeşinden önce İstanbul’a girebilseydi, Osmanlı tarihinin sahifeleri büsbütün değişirdi. Yavuzlar, Kanuniler sahnede görünmezdi. Mustafalar, Deli İbrahimler, hatta Abdülhamitler vücut bulmazdı. Onların yerinde başka simalar yaşardı ve bildiğimiz hikâyelerin, menkıbelerinin de rengi başkalaşırdı.

      Fakat o vakit bu eser de yazılmazdı. Çünkü Cem Sultan, bugünkü hususiyeti kaybederdi, yüksek bir facia mevzusu olmaktan çıkardı. Belki manalı, belki manasız bir bakış ve Leylek Murat’ın yüreğinde o bakıştan husule gelen yanış, bütün bu değişikliklere mâni oldu.

      Büyük hadiseler, ekseriya küçük sebeplerden doğar!

      UĞURSUZ, UĞUR GETİRİR!

      Konya’da şehzade sarayı, bir tarih kitabı kadar düşündürücü eserlerdendi. Karamanoğulları’nın yaptırdıkları bu büyük ev, acı ve tatlı sayısız hatıraların yuvasıdır. Çok düğünler görmüş, çok matemler geçirmiş, dolup boşalmış ve nihayet vali konağı hâlini almıştı. Fakat yine saray adını taşıyor. Çünkü içinde oturan vali, bir