Fenari Ahmet Bey’e yazılan meşhur mektubun sureti elden ele geziyordu. Bu mektup, Fatih’in muhabbetini Beyazıt’tan Cem’e çevirmek için çalışan Nişancı Paşa’nın verdiği jurnal üzerine yazılmıştı, Cem’in dediği gibi, sureti de yine onun eliyle Konya’ya gönderilmiş bulunuyordu.
Osmanlı tahtına usulen namzet olan bir prensin nasıl yaşadığını, kimlerle düşüp kalktığını, ne gibi itiyatlar ve iptilalar taşıdığını Fatih’in lisanından söyleyen bu mühim vesika salonda bulunanlar tarafından ayrı ayrı okunuluyor ve her ağızdan “Çok iyi, çok iyi!” kelimeleri dökülüyordu.
Cem, nedimlerinden en küçük payelisinin de mektubu okumasını müteakip Nişancı Sadi’ye emir verdi:
“Bunu bir de sen oku, hepimiz dinleyelim. Ola ki içimizde yazıyı seçemeyenler bulunsun!..”
Sadi, hemen ayağa kalktı, salonun ortasına geldi, minberde hutbe okur gibi bir vaziyet aldı, yüksek sesle okumaya başladı:17
“Fenarizade Ahmet Bey’e hüküm ki,
Oğlum Beyazıt’ın hizmetinde bulunan Mahmut ve talebeden Müeyyetzade Abdurrahman’ın birçok naşayeste ahvali olduğu, mukaddema Uğurlu Mehmet’in firarına ve Alaüddevle’nin mahpus ve Âşık Bey’in maktul olmasına ve oğlumun hazinesine birtakım şerirlerin el uzatmasına sebep oldukları, o taraflarda avam-ü havas kendilerinden müteezzi oldukları bana arz olunmuştur.
Envai hususiyatla fesatlarından gayri benim oğlumu ‘tabızati’ muktezasından çıkarılıp esrarı mühimme ilka edip hatırı şerifine gubarı hayretten inkisar müterettip olmuş; maacini garibe ve dahi berşü afyondan mürekkep olmuş nice mükeyyefatı acibe getirip menafi-i kesire ve fevaid-i latife arz edip daire-i insaniyetten çıkarıp mizacı şerifine fütur tari olmuş.
İmdi sen ande ne maslahat için konup durursun ve ne beklersin? Bunun gibi fezahat anlaşılmaz mı? Eğer muttali olup da tecahül ediyorsan bundan eşed hıyanet olur mu? İntizamı mesalih için sana siyaset ettirmek muktazi idi. Lakin oğlumun şerefi hizmeti için, ecdadının yüzü suyu için affettim.
Hükmü vacibülimtisal vardığı gibi bir an tehir ve terahi etmiyerek mazmuniyle amel eyleyesin. Fermanım oldur ki bu bedbahtların vücudu napaki bieyyihal zail ola!
Cem, mektubun okunması bitince Gedik Nasuh’a sordu:
“Daire-i insaniyetten çıkan, mizacına fütur tari olan bir adam, padişah olur mu?”
“Olmaz.”
“Bu hükmü babam da vermiş ve yazmıştır. Biz zamanında kuvvetli bir fetva gibi bu mektuptan istifade edeceğiz. Şimdilik Karamanlı Vezir’e teşekkür edip geçelim.”
Onlar, yeni baştan azillere, nasıplara18 girişeceklerdi. Fakat Şair Kandi, bahsi başka mecraya çevirdi:
“Padişahlığa layık olmayan şair de olamaz. Çünkü ‘Kelamülmüluk, mülukülkelam.’19 derler. Nasıl ki şehzademin de her sözü öyledir. İmdi bu hakikati inkâr ederek onu -Beyazıt’ı demek istiyor- şair tanıyanlara da ceza tertip buyurulmalı.”
Cem gülümsedi:
“Var ol Kandi! Adın gibi sözün de şeker… Amasya’dakini ben tahttan atmak istiyorum. Sen de şairlik postundan düşürüyorsun. İkimizin de hedefi bir. Yalnız onu şair tanıyanlar kim? İsimlerini ver de kelleleri düşürüleceklerin defterine yazalım, günü gelince kayıtlarını görelim!”
Kandi, şöyle bir düşündü ve saydı:
“Necati, Tacizade, İbni Kemal, Müeyyetzade Vasfi, Hacı Hüseyin oğlu!”
“Bunlar ne yaptılar?”
“Her dud ki peyda şeved ez sinei çakem, / Ebri şevedü girye künet ber seri hakem! beyitini ayrı ayrı tanzir ettiler.”20
“Beyit, Amasya’dakinin imiş. Onun ağzına böyle düzgün söz yakışmaz ama öyle diyorlar. Saydığın adamlar da öyle sanıp nazire düzmüşler demek.”
“Evet şehzadem, bu suçu işlemişler. Birer birer falakaya yatırılmalıdır.”
Cem, bu gülünç teklif üzerine münakaşaya yürüyecek miydi, kardeşinin şairliğini de kıskanmak çocukluğunda ısrar edecek miydi? Onun, saltanat hırsıyla, Beyazıt’ı her şeyde ve her vesileyle küçültmek, alçaltmak istediğine göre bu manasız mevzu üzerinde de tevakkuf etmesi21 muhtemeldi. Gelen kapıcılardan birinin “Lâlî geldi, huzura çıkmak istiyor!” demesi, bahsin kapanmasını mucip oldu ve bütün gözler, misafirin girdiği kapıya çevrildi.
Lâlî, o devrin tanınmış şairlerindendi, bilhassa Farisi dilinde ihtisası vardı. Birkaç yıl evvel kendini Acem göstererek Topkapı Sarayı’na girip çıkmak, Fatih’le sık sık görüşmek yolunu bulmuştu. Böyle milliyetini inkâr ve başka bir milliyete intisap eder görünmesi, Fatih’in tuhaf bir âdetinden ileri geliyordu.
Türk kanı taşıyan ve Türklere hükümdarlık eden bu şöhretli hünkâr, Acem harsına bağlıydı. Etrafına hep o harsı benimsemiş adamları toplamak isterdi. Lâlî, onun bu zaafından istifade etmeyi kurarak kendini Acem göstermiş, Acem tanıtmış ve Fatih’in birçok parasını almıştı.
Bir gün nasılsa foyası meydana çıktı, mükemmel bir kötek yiyerek saraydan kovuldu. Artık onun adı Uğursuz kalmıştı, bütün şairler kendisini o isimle anıyorlardı. Fakat Lâlî, yediği dayağı kalem sillesiyle iade etmekten çekinmedi, şu manzumeyi yazdı, Fatih’e yolladı, kendine Uğursuz diyen şairleri de uzun hicviyelerle hırpaladı ve sonra Karaman vilayetine kaçtı, Cem Sultan’a sığındı:
Gevhere kıymet olmaya kanda,
Dür bahasın bula mı ummanda.
Söylenür nükte vü mes’eledir bu:
Olur elbet çırağ dibi karanu!
Eğer ademde marifetse murad:
Ne fazilet verirmiş ana bilad?
Taştan sadır oldu gerçi gühar
Muteberdir veli, niteki hüner!
Rum’da kellenmesin mi Acem?
Oldu bu izzetiyle çün ekrem!
Acemin her biri ki Rum’a gelir,
Ya vezaret ya sancak uma gelir!
Lakabı da kendiyle birlikte gelmişti, genç prensin sarayında muhabbet ve ikram görmekle, en mahrem meclislere girip çıkmakla beraber yine Uğursuz diye çağrılıyordu. Hatta bizzat Cem, onu o suretle yâd ederdi, yüzüne karşı da o ismi verirdi, bu gece de aynı şeyi yaptı.
“Gel bakalım Uğursuz.” dedi. “İnşallah meclisin meymenetini kaçırmazsın.”
O, hiç tınmadı, şehzadeyi yerlere kadar eğilerek selamladı ve heyecanlı bir sesle iki üç beyit okudu:
“Sultan Cem ki Husrevi Cemşit nişan iken,
Mahi saadete eşiği asüman olur.
Her yerde âdetiyle kerem hemnişin olup,
Her yerde mevkibiyle zafer hem inan olur.”
Lâlî, hakikaten şairane okuyordu, kelimeler ağzında can buluyordu ve dinleyenlerin kulakları onun ahenkli sesinden, müheyyiç22 bir musiki dinler gibi zevk alıyordu. Bu zevkin en yükseği Cem’de idi, yerinde duramayacak kadar coşkunluk gösteriyordu ve bağırıyordu:
“Bre