M. Turhan Tan

Cem Sultan


Скачать книгу

kalındı. Burun şahinvari, çenesi ufaktı. Kafası büyük, kulakları küçük, vücudu dolgundu. Kolları, kalçaları, bacakları gayet mütenasipti. Son derece çevik, her türlü meşakkate mütehammil idi. Sıcağa, soğuğa, açlığa dayanırdı. Vücudunu sıcak su ile yıkadıktan sonra soğuk suya dalmak âdetiydi, mükemmel yüzerdi.51

      Karaman halkı, onun muhteşem endamına, emsalsiz kuvvetine hayran olduğu gibi bu hususiyetlerini de bilir ve takdir ederdi. Gönüllerde o derece yer tutmuştu ki, kadınlara ve çocuklara kadar herkes, onun çok yemek yediğini, iştahının daima ateşli bulunduğunu, yemekleri çiğnemeden yutan bir obur olduğunu, kızartma eti sevip haşlamadan hoşlanmadığını; kavuna, üzüme, armuda bayıldığını, suyu şeker koyduktan sonra içtiğini, şarabı kokular karıştırarak kullandığını, çok terlediğini bilirlerdi. Dudaklarını ekseriya sol tarafa bükerek dişlerini gösterdiği, sol gözünün kapağını sık sık indirip kaldırdığı da malumdu. Genç kızlar, aralarında şakalaşırken dişlerini parlatarak, gözlerini oynatarak onun taklidini yaparlar ve “şehzadeye benzeyip benzemediklerini” birbirlerine sorarlardı.

      İşte bu umumi alaka, çaldırılan davul seslerini bir ezan gibi müessir kıldı ve binlerce halkı, mabede müteveccih adımların hararetiyle, Cem’in sarayına koşturdu.

      Saltanatın büyük evlada geçeceğini bildikleri hâlde Karaman eyaleti halkının Cem’e -tereddütsüz ve teemmülsüz-52 iltihak etmelerinde, onun bayrağı altına koşarak canlarını fedaya hazırlanmalarında ruhi bir kırgınlığın da tesiri vardı. Karamanlılar, Fatih tarafından mağlup edilerek umumi ve hususi şekillerde cezalandırılmış olmayı, kendi hükümdar ailelerinin yine onun eliyle nekbete53 uğratılmasını affedemiyorlardı. Menkup54 ve matrut55 ailenin ikbalini iade etmeye imkân yoktu. Bu imkânsızlığı telafi etmek ve Fatih’ten öç almak için onun iki oğlu arasında bir kanlı uçurum yaratmak istiyorlardı.

      Fatih’e düşman ve Cem’e dost olmak, tuhaf bir hâlettir. Fakat beşer kütlelerinin şuursuz feveranlarında ekseriya bu tuhaflık görülür. Zaten her harp de aşağı yukarı bir sürü tezatların tesiridir ve yaşamak için ölmeye razı olmak, harbin en iyi tarifidir. Bununla beraber tarih, Beyazıt’a karşı Cem’i iltizam eden Karaman halkının şu hareketinde, Osmanoğulları’na ısınamayan büyük bir zümrenin, mahrem isyanını da sezer. Daha sonraki yıllarda Anadolu’nun muhtelif vesilelerle yaptığı kıyamların hakiki sebebi de budur.

      Her neyse; Cem, umduğundan fazla taraftar bulmuştu, nispeten kısa bir zaman içinde büyücek bir ordu kurmuştu. Bu hazırlıklar sırasında İstanbul’dan da haberler alınmıştı. Beyazıt’ın dört bin süvari ile sekiz günde Amasya’dan İstanbul’a geldiği, yeniçeriler tarafından alkışlandığı, tahta çıkıp bahşişler dağıttığı öğrenilmişti.

      Bu haberler, Cem için ayrı ayrı muvaffakiyetsizlikler teşkil ediyordu. Çünkü kardeşinin İstanbul’a girmesi, ordu ile anlaşması, kendisini “saltanat davacısı” mevkisine düşürüyordu. Eğer erken davranıp İstanbul’a Beyazıt’tan evvel girebilmiş olsaydı, padişahlık kendisinde, saltanat davacılığı sıfatı kardeşinde kalacaktı. Vaziyet, şimdi tersti, bu da hayra yorulamayacak kadar ağırdı.

      Bununla beraber Cem, yeise düşmedi, sükûn içinde ayak atamadığı şehre cebren girmeye karar verdi, kardeşi tarafından işgal olunan tahtı zorla almayı tasarladı ve ordusuna ileri yürümek emrini verdi.

      Anasını, karılarını, çocuklarını Konya’da bırakıyordu. Bahtı yâr olup da payitahtı ele geçirirse onları debdebeli alaylarla yanına getirtecekti. Bunu kendilerine de anlattı, her biriyle veda ettikten sonra İren’in odasına yollandı. Aşkı ve hüsnünün ateşi, kan küreyveleri gibi damarlarında dolaşan bu kadınla daha samimi ve daha mahrem surette vedalaşmak istiyordu.

      Üstünde yol kıyafeti vardı, zırh giymişti ve birçok silah takınmıştı. Lakin yüreği helecan içindeydi, İren’in vereceği zevkleri düşünüyordu. Dudaklarında binbir iştiha, gözünde dumanlı bir sahne yaşatarak sessiz adımlarla odaya girmişti. Yumuşak gümüşten bir çemberin açılacağını, kendisini müsekkir bir tazyik ile yıkacağını umuyordu ve o tazyikin sarhoşluğunu şimdiden duyarak sendeliyordu.

      Fakat odaya girer girmez sarardı, sallandı, perdeye tutunarak kuvvetini toplamak ıztırarında kaldı. Çünkü odada İren yoktu, zarif giyimli bir erkek, dolapları karıştırıyordu.

      Harem dairesinde erkek!.. Bu, Cem’in rüyada bile tahammül edemeyeceği bir facia idi. Kendinin tehlikelerle dolu bir maceraya girmek üzere bulunduğu bir anda, İren’den ilahi muskalar kuvvetinde hatıralar toplamak istediği bir demde böyle bir faciaya şahit olmak onu çıldırtmaya kâfi idi. Bu meçhul erkek kimdi, nasıl bir cüretle bu odada bulunuyordu, nasıl bir hakla o dolapları karıştırıyordu ve… İren neredeydi?

      Cem, mantığa yer veremeyecek kadar darlaşan beyninin muz-darip kıvranışları arasında muhakemesini kaybetmişti, hançerini çekmişti, İren’in yatağı ucunda dolaşan erkeği parçalamak için ileri atılmıştı. Eli havada yürürken sesinin yıldırımını da adamın üzerine saldırdı:

      “Bre melun, sen kimsin?”

      Cem’in odaya girdiğini sezmeyen, sezemeyen adam bu çılgın haykırış üzerine telaşsızca başını çevirdi ve genç prensi bulunduğu yerde mıhladı. Parmaklarında ecel taşıyan çılgın el kıvrılmış, hançer yere düşmüştü. Küstah bir âşık, pervasız bir gönül hırsızı sanılan erkek, bizzat İren’di; kafesi destar ile örtülü şık başlığı altında, sipahi kebesini andıran kısa kaftanı içinde fıkır fıkır gülüyordu.

      Cem, ilkin hayret, sonra hayraniyet gösterdi, efsanelerin hikâye ettiği en güzel erkek timsallerinden daha güzel olan bu yalancı erkeğin karşısında cezbeye tutuldu.

      “Oh, kâfir!” dedi. “Yusuf olmuşsun, onu da geçmişsin, başka bir afet olmuşsun!”

      İren, güllerle, sümbüllerle, karanfillerle bezenen ve yürüyen mucizevi bir fidan gibi gözlerini güldürerek, yanaklarını gülleştirerek, dudaklarını çilekleştirerek ilerledi, Cem’in önünde diz çöktü, ellerini öptü ve bu buselerin sarhoşluğunu çoğaltan baygın bir sesle sordu:

      “Beğendin, değil mi? Öyleyse Yusuf’unu kuyuya atma, zindan karanlığında bırakma, beraber götür!”

      “Beraber mi?”

      “Evet, beraber. Atının nalı olup yerlerde sürünmeye razıyım. Tek sana yakın olayım, sesini işitip kokunu alayım.”

      “Kabil mi, iyi düşün İren, kabil mi?”

      “Sen istersen her şey mümkün olur.”

      “Anam burada, çocuklarım burada. Sen de burada kalmalısın, ben ava gitmiyorum, harbe gidiyorum. Seni kendi elimle tehlikeye atabilir miyim?”

      “Kendini, kendi canını ateşe atıyorsun. Benim ne değerim var ki üzülüyorsun?”

      “Sen benim sıhhatimsin, ömrümsün, neşemsin.”

      “İyi ya aslanım, sıhhat bedende, hayat tende, neşe yürekte olur. Beni burada bırakmak, onları birbirinden ayırmak değil midir?..”

      Cem, erkek kıyafetindeki İren’le konuşurken kızın o kılığa girmekle kazandığı yepyeni güzelliği de derin bir incizapla tetkik ediyordu. Aynı zamanda baht denilen hayata hâkim kuvvetin güzel veya çirkin şekillerde tecessüm ettiğini söyleyen masalları hatırlıyordu.

      Eğer kendi bahtı, İren’in şu