M. Turhan Tan

Kadın Avcısı


Скачать книгу

Ben de artık susuyorum.”

      Fakat susmadı. Zihnine ansızın bir fikir doğmuştu. Besleme Nevcivan’la sırdaş olmaktan aşkı için tam bir fayda temin edemeyeceğini hesaplamış ve Süruri Bey’le mektuplaşmak, kabil olursa masum temaslar yapabilmek için Aleksandra’dan istifade etmeyi düşünmeye başlamıştı. Nevcivan, belki sadık bir sırdaş olurdu. Lakin sadakatini, yabancı erkeklere mektup götürmek ve hele onlarla kendi hanımını görüştürmek derecelerine getirmesi pek şüpheliydi. Bu işi ancak Aleksandra becerebilirdi. Şimdiye kadar başından böyle şeyler geçmemesine rağmen Rum kadınlarının az bir para için her şeyi, istisnasız her şeyi kabul edegeldiklerini biliyordu. Kulağına gelen aşk maceralarının hemen hepsinde Rum kızlarının, Rum kadınlarının parmağı görünüyordu.

      İşte bu düşünce, Terzi Aleksandra’dan istifade etmek düşüncesi, Nadire Hanım’ın yeni baştan söze girişmesiyle sonuçlandı:

      “Terzi hanımı bu gece bırakmayacağım. Sabaha kadar da uyutmayacağım. Ya sözünü geri alır benim çirkinliğimi yüzüme karşı söyler yahut neremin güzel olduğunu ispat eder. Başka türlü elimden kurtulamaz.”

      Teklif, Aleksandra’nın canına minnetti. Gönül buhranı geçiren kızın sırrını almak için zaten telaş edip duruyordu. Fakat nazlanmayı elden bırakmadı. Anasıyla babasının merak edeceklerini ileri sürerek biraz kırıttı. Dürdane Hanım hakem vaziyetinde bulunduğu için müdahale gecikmedi, “Kızımı kırma, eve haber göndeririz…” diyerek bahsi kapadı ve bilmeye bilmeye Nadire’nin de Aleksandra’nın da emellerine hizmet etmiş oldu.

***

      Nadire Hanım, annesini babasının yanına yolladıktan, kardeşinin yatağını gözden geçirip sürahisiyle şamdanını baş ucuna, gecelik bohçasını yorganın üstüne, terliklerini yerine koyduktan sonra kendi odasına can attı.

      Dakikalar, kendisine uzun, çok uzun geliyordu. Beslemenin koynunda kalan mektup, o mübarek aşk vesikası bir an bile gözünden uzaklaşmıyordu. Nevcivan’ın teninden satırlara bir şey buluşması, bir kelimenin soluklaşması, bir noktanın silinmesi ihtimalini düşündükçe göz bebeklerinde yakıcı bir sızı canlanıyordu. Fakat anasını savmadıkça, kardeşinin odasını dolaşmadıkça aşk ile baş başa kalmak imkânı yoktu. Binaenaleyh, heyecanını yenerek, sabırsızlığını içine sindirerek birkaç saat oyalanmıştı.

      Nihayet odasına girebildi, uzun bir nefes aldı. Ve kendisine refakat eden Nevcivan’ın üstüne atılarak haykırdı:

      “Ver kız, mektubumu ver!”

      Terzi Aleksandra, hain ve sessiz bir hızla bu çılgın telaşı gözden geçiriyordu. Tahmininde isabet ettiğini bir kere daha anlayarak seviniyor, insafsız ihtiyarın canevine kundak koymak için eline geçmek üzere bulunan fırsatı kaçırmamak azmiyle zekâsını seferber ediyordu. Nadire Hanım, bu yeni sırdaşına izahat vermeye lüzum görmedi. Beslemenin koynunda hayli ısınmış olan mektubu öpüp koklamakla meşguldü. Neden sonra, biraz aklını başına topladı, “Oturun…” dedi. “İkiniz de oturun, zavallı adamı dinleyin!”

      Aleksandra, bir iskemleye oturdu, Nevcivan kilimin üzerine diz çöktü. Nadire Hanım, lambanın dibine bağdaş kurup titrek elleriyle kâğıtları çıkardı, kelimeleri okumaya başladı.

      Mektup, “Nadire!” diye başlıyordu. Hülyalı delikanlı, meşhur Namık Kemal’in Abdülhak Hamid’e yazdığı bir mektupta “Sana hitap etmek için isminden büyük kelime bulamıyorum!” demesinden ilham almışa benziyordu.

      Onun mektuba bu şekilde başlamakta isabet gösterdiğine de şüphe yoktu. Çünkü başlangıçtaki teklifsizlik, okuyanın da dinleyenlerin de ayrı ayrı alakalarını uyandırmıştı. Hacı Hafız Nesimi Efendi’nin çirkin kızı, kendi adını değil de kutsi bir kelime telaffuz ediyormuş gibi sesine bambaşka bir eda vermiş ve kelimeyi söyler söylemez de gözlerini kızlara çevirerek manalı bir istizah21 yapmıştı. Zihninde bir hayli mülahazalar dolaşan Aleksandra, ilk aşk mektubunun böyle sade bir hitap ile başlamasını büyük bir kabalık saymakla beraber Nadire’nin sesindeki heyecan ve başındaki sevinç hasebiyle hükmünü belli etmeyerek alkışladı:

      “Güzel!”

      Nevcivan, dudaklarını kıvırmıştı. Hanımının yüzünü görüp görmediği henüz belli olmayan şu yabancı erkeğin onu kırk yıllık dost gibi adıyla çağırmasını tuhaf bulmuştu. Mamafih o da bir şey söylemedi ve gülümsedi.

      Nadire, başlangıcın kızlar üzerinde kuvvetli bir tesir yaptığı fikrine kapılarak satırları hecelemeye başladı. Süruri Bey, Kemal’den aldığı ilhamdan sonra alıntılarına devam ediyordu. O derecede ki her cümle bir muharririn veya bir şairin fikrini taşıyordu. Zavallı adam üst üste okumak kuvvetiyle hafızasına nakşettiği parlak sözleri, öz malı imiş gibi sayfalara sıralamıştı.

      Fakat kelimeler çok çetrefil idi. Nadire, gülünç bir heceleyişle o garip terkipleri, o acayip lügatleri okumaya çalışıyor ve çoğunun manasını anlamadığı hâlde okumaktan gene bir haz alıyordu. Dinleyenlerin hissî vaziyetleri kendisinden çok farklı idi. Besleme Nevcivan, bu sözlerden ne zevk ne mana alabilmişti. Küçük hanımı tavan aralarında inleten, şimdi de ateşlendiren bu mektup, kendisine hiçbir şey ilham etmiyordu. Bir koyun melemesi, bir kedi miyavlaması, onun için şu çetrefil kelimelerden daha çok anlamlı gelecekti. Gerçi Süruri denilen yabancı adamın aşktan ve âşıklıktan bahsettiği anlaşılıyordu. Fakat sözleri deli saçmasına benziyordu.

      Aleksandra, bilakis, muhabbetnameye gittikçe çoğalan bir alaka gösteriyordu. O, İstanbul’un çirkinler kraliçesine name yazan adamın ya aldanmış bir sersem yahut aldatmaya hazırlanmış bir sahtekâr olduğunu anlamıştı. Lakin onu dilbaz buluyordu. Arapça, Acemce kelimeler, onun da kafasında zevksiz bir gürültü yapmıyor değildi. Şu kadar ki bazı sözlerden gene bir şeyler idrak edebiliyordu. Okuyabildiği kitaplar, karıştığı sevdalı münakaşalar kuvvetiyle mektup sahibinin neler söylemek istediğine biraz intikal ediyordu. O sebeple, Nadire’nin hecelemesini bir aralık kesmekten de geri kalmadı; “Hızlı geçiyorsun!” dedi. “Sözlerin tadını adamakıllı alamıyoruz. Biraz daha yavaş okusanız fena olmaz.”

      Bu alaka, çirkin kızın neşesini ve heyecanını artırdı. Artık kelimeleri üçer, satırları da ikişer defa tekrar etmeye başladı. Zaten uzun olan mektubun bu suretle üç kat daha uzaması, besleme Nevcivan’ın hiç hoşuna gitmemişti. Fakat Süruri Bey’in, “Güzellik gibi aşk da gizli kalmaya mütehammil değildir, tanınmak ve bilinmek ister!” girişiyle kendisini tarife tahsis ettiği sayfalar nispeten sade olduğu için, yavaş yavaş onun da merakı uyandı, esnemeyi bırakarak âşık efendiyi dikkatle dinlemeye koyuldu.

      Mektup, hakikaten incelmişti. Süruri Bey, nefsini tasvir etmekte aşkı ve güzelliği tariften daha büyük bir kudret göstermişti. Saçlarından başlayarak topuğuna kadar kendisini mükemmelen resmediyordu.

      Bu tasviri yalnız dudaklarında değil gözlerinde de canlandıran ve okuyuş tarzına şimdi yayvan bir öpüş şekli bulaşan Nadire Hanım gibi Aleksandra da, Süruri Bey’i âdeta karşısında görüyor gibi oluyordu. Koyu siyah saçlarıyla, gür kaşlarıyla, kara gözleriyle, kıvrık bıyıklarıyla, buğday rengiyle, uzunca ve ince boyuyla mektup sahibi onların da karşısında canlanıyor ve tebessüm ediyordu!

      Şimdi sıra aşkın dileklerine gelmişti. Süruri Bey, bu pek nazik ve pek tehlikeli noktayı da cesur bir hamle ile apaçık izah edivermişti. Onun pervasız bir açıklıkla yaptığı açıklamaya göre “sevgililerin yekvücut olması” lazımdır. Bununla beraber o, sadece yekvücut olmak gerekliliğini ileri sürmekle yetinmiyordu, ezeli bir güzelliğin gerektirdiği bedenî birleşmenin âşık ve maşuk arasında “ayniyet” teşkil etmesi icap edeceğini