başına geçirerek zeybek oyunu oynatıyordu. Bu gevezelikler arasında rüyalarını hikâye etmeyi de unutmuyordu. Alelade sekiz, on saat uzayıp giden geceler, Süruri Bey’in tarifine nazaran, binlerce sene uzunluğunda olduğu için o geceler içinde görülen rüyalar da sonu gelmeyen masallar gibi bir şey oluyordu.
Nadire Hanım, kendi yüzünden uzayıp giden gecelerin hikâyesini, mektubun hayli ağdalı olan diğer sayfalarından daha iyi anladığı için hecelemeyi bırakmıştı. Kelimeleri artık kekelemeden okuyor ve satır başına biraz daha sarhoş oluyordu.
Nihayet mektubun sonu geldi ve Nadire Hanım, dinlediği tatlı masalın biteceğini anlayarak yüzünü buruşturan bir çocuk acınışıyla içini çekti, “Artık bitiyor.” dedi. “İki yaprak kaldı!”
Bu iki yaprak, garip bir tavsiye ve hazin bir feryat taşıyordu. Sayfa sayfa aşktan, güzellikten, hicrandan, rüyadan bahseden Süruri Bey, şimdi sevgilisine tuhaf bir tavsiyede bulunuyordu:
“Güzel mahluk!” diyordu. “Seni yordum, sinirlerini oynattım. Bu günahımı tamir için sana bir zevk, lahuti bir zevk takdim etmek isterim. Hemen kalk, soyun! Mektubumu gümüş göğsüne bas, yatağına gir, gözlerini kapa ve beni düşün! ‘Gönülden gönüle yol var’, demezler mi? İşte, göze görünmez perilerin eliyle yapılan bu yoldan benim yanına geldiğimi göreceksin. Fakat acele etme. Gözlerin gene kapalı dursun. Ta ki orada, senin ayaklarının ucunda uzun bir neşide okuyayım! Aşkımın azametini, hicran günlerinin elemlerini sana dilimle anlatayım. Beni dinledikten sonra emir senindir. Dilersen evindeki kedi gibi başımı göğsüne koyarak sana yoldaşlık ederim. Dilersen okuduğu ilahilere rağmen sadaka alamayarak eli boş dönen bir dilenci gibi sesimi kesip geri dönerim. Bu zıt neticeler, sana takdim etmek istediğim zevki ihlal edecek değildir. Beni yanında alıkoysan da geri göndersen de sesimin aksi kulaklarında titreyecek ve göreceğin rüya gene benden ibaret kalacaktır. Rica ederim, çok rica ederim, bu büyük rüyayı elde etmek fırsatını kaçırma!
Ve sonra, çığıra filan lüzum görmeden bir sürü çığlıklar sıralıyordu:
“Nadire, güzel Nadire, güzeller güzeli Nadire, ezeliyetin kızı Nadire, ebediyetin kızı Nadire! Seni seviyorum, çıldırasıya seviyorum, ölesiye seviyorum, ağlaya ağlaya seviyorum, güle güle seviyorum, düşüne düşüne seviyorum, çırpına çırpına seviyorum, seviyorum, seviyorum.”
Mektup bitmiş, Nadire Hanım’ın da kuvveti tükenmişti. O sıra sıra “seviyorum”ları tekrar ederken önce kızarmış, sonra sararmış ve müteakiben bembeyaz kesilmiş, nihayet ıspazmoz22 geçirir gibi zangır zangır titremeye başlamıştı. Son kâğıdı elinden bırakırken acınacak bir hâlde idi. Sanki bizzat aşkını haykırmış, hüsranını inlemiş, merhamet dilenmiş gibi yorgundu. Mavi gözlerinde donuk bir ızdırap, dudaklarında soluk bir titreyiş vardı, önüne bakıyordu.
O, iki kelimenin kulaklarında çınladığını duyuyordu: “Kalk, soyun!” Şu odada bir aşk mektubunu tahlil etmek için toplanıldığını hemen hemen unutmuştu. Kalkmak, soyunmak ve bu suretle Süruri Bey’in emrini biihtiyar23 fakat bahtiyar yerine getirmek istiyordu.
Şüphe yok ki bu dilek, bu istek, o kelimelerin vücuda getirdiği bir telkin neticesi idi. Basit dimağların en göze çarpan hususiyeti, telkine kabiliyettir. Herkes, az veya çok telkine kabiliyetli olmakla beraber bu yetenek, Nadire ayarındaki kadınlarda son derece yüksektir. Bununla beraber terzi kızla Nevcivan da ayrı ayrı tesirler altında düşünüyorlardı.
Bin dereden su getirdikten sonra bir mitralyöz silsilesi ve şiddetiyle muhabbetini püsküren meçhul erkeğin yaptığı bu bombardıman, onları da şaşırtmıştı. Nevcivan, birer ateşli tane gibi arka arkaya kulağına çarpan o “seviyorum” kelimelerinden garip bir eza duymuş; Aleksandra, yanlış bir hedefe tevcih edilen bu aşk kurşunlarının taşıdığı tatlılıkla sarsılmıştı.
Hülasa: Üçü de dalgındı. Ani bir yaylım ateşine uğradıktan sonra sığındıkları yerde heyecanlarını gidermeye çalışan askerler gibi karışık bir hâletiruhiye geçiriyorlardı. Sinirlerine ağır bir bulut sarılmış gibiydi. Dakikalardan sonradır ki bu bulut çözülmeye ve kızlar kendilerini toplamaya başladılar. İlk uyanıklığı gösteren gene Aleksandra idi. Evvelce eğlene eğlene dinlemek istediği mektubun yüreğinde uyandırdığı kıskançlıkla sarsılıyordu ve yine ikiyüzlü konuşuyordu:
“Tebrik ederim, Nadire Hanım! Değerli bir âşık bulmuşsunuz.”
Çirkin kız, tatlı bir uykudan uyanır gibi silkindi ve mırıldandı: “Ben onu bulmadım, o beni buldu!”
“Seviştikten sonra hepsi bir kapıya çıkar. İster siz onu bulun, ister o sizi bulsun, ne farkı var?”
“Sevişmeyi de birdenbire nereden çıkardın? Süruri Bey beni sevdiğini söylüyor, bakalım ben onu sevecek miyim?”
“Nazlanıyorsunuz, böyle bir delikanlıyı sevmeyip de kimi seveceksiniz. Sözü güzel özü güzel bir adam.”
“Sözünü güzel buldun diyelim. Özünün güzelliğini nasıl anladın?”
“İyi söz, iyi özden çıkar. Öyle değil mi, Nevcivan?”
Nevcivan, dalgın dalgın cevap verdi:
“Siz, düş görüp el çırpıyorsunuz. Kendi kendinize dernek yapıp gerdeğe giriyorsunuz. Bir kere işi kökünden taraklasanıza!”
Nadire de, Aleksandra da sordular: “Neyi kökünden taraklayalım?”
“Süruri Bey mi, Süruri Efendi mi, nedir, işte o adam küçük hanımı nerede görmüş?”
Aleksandra, Nadire’den evvel atıldı: “Elbet bir yerde görmüş. Bu kadar bilgili, görgülü bir delikanlı, görüp tanımadığı kızlara mektup yazacak değil a.”
“Hayır! Mektupta hanımı gördüğünü söylemiyor yahut söylüyor da ben anlamıyorum.”
Sual, mühimdi. Süruri Bey’in Nadire Hanım’ı şahsen görüp beğendiği tahakkuk etmedikçe24 iddia ettiği aşkın doğruluğuna inanmak safdillik olacaktı. Gerçi onun Nadire’yi tanıdığına delalet eden emareler yok değildi. Mesela kızın, babasının isimlerini, mahallelerini, sokaklarını, evlerinin numarasını biliyordu. Demek ki Nadire Hanım’ın pek de yabancısı mevkisinde bulunmuyordu. Fakat hanımı nerede gördüğünün bilinmesi gene lazımdı. Aksi takdirde onun muziplik yaptığından, alay olsun diye böyle bir mektup yazdığından gerçekten şüphe edilebilirdi.
Nevcivan, sualinin uyandırdığı tereddütten cüret alarak fikrini izah etti:
“Dost var, düşman var… Komşulardan birinin eğlenmek için böyle bir düzen kurmadığı ne malum? Bunu düşünmek lazım değil mi?”
Besleme kız, kendi de bilmediği hâlde, hakikatin bir kısmına temas etmişti. Filhakika Tatlıdil mecmuasına Nadire imzasıyla gönderilen kupon, komşu kızlardan biri tarafından doldurulmuştu. “Çirkinlerin bahtı iyi olur!” kanaatini besleyen bu komşu çocuğu, Nadire’ye söylemeye lüzum görmeden bilmece kuponuna onun imzasını koymuş ve tesadüf de kanaatini tasdik edivermişti. Bu zararsız hileyi yapan kız, Nadire namına verilecek hediyeyi bile almıştı ve hilesini çirkin komşusuna söylemeyi hatırına getirmiyordu. Şu hâle göre, Nevcivan, kısmen bir hakikate temas etmiş oluyordu.
Aynı zamanda Aleksandra’nın da zihninde lemalar uyanmıştı. Mektup sahibinin her şeyden bahsettiği ve kendi şahsını uzun uzun tasvire kalkıştığı hâlde Nadire’nin ne saçı ne kaşı için tek bir kelime yazmamasını şimdi garip buluyordu. Süruri Bey, hakikaten mevcut ve Nadire Hanım’a da söylediği gibi tutkun ve bağlanmış