M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

ğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı

      Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.

      Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.

      Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.

      Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.

      Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.

      Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

      Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi

      I

      MEHTAP ALTINDA

      Marmara’yı dolaşanlar, Çanakkale’ye doğru yolculuk edenler Kapıdağı Yarımadası’nı bilirler. Kapıdağı, karaya pek ince bir parçayla bağlıdır. Uzaktan tam bir ada gibi görünür. Solunda Marmara Adası, alt tarafında Paşalimanı denilen ve dudak dudağa duran iki küçük adacık vardır. Bu dört parça toprak, Marmara’nın o noktasında Çanakkale’yi tarassuda memur ezelî bir müfreze gibidir. Bandırma’yla Silivri arasında 60-70 mil kadar bir genişlik taşıyan Marmara, Kapıdağı Yarımadası’yla garbında ve cenubunda bulunan adacıklar geçildikten sonra birdenbire daralır. Karaburun’la Şarköy arasında boğaz hâlini almaya başlar. Çanakkale-Gelibolu önünde bir ağız şekline girer.

      Kabataslak haritasını çizdiğimiz bu yerler, Kapıdağı eteklerinden cenuba doğru uzanarak Lapseki’ye ve şark-ı cenubiye kıvrılarak Bergama’ya kadar varan bu topraklar tarihten evvelki devirlerde Orta Asya’dan göç edip gelmiş Türkler tarafından şenlendirildiği gibi, on dördüncü asrın ilk yıllarında da Oğuz Türklerinin elinde bulunuyordu. Selçuk Devleti’nin on bir mirasçısından biri olan Karesi Bey’in iki torunu post kavgasına giriştiklerinden o sırada Bursa’yı merkez edinen Osman oğlu Orhan Bey fırsatı kaçırmamış ve Türk birliğine doğru ilk adımı atarak bu kıymetli topraklara el koymuştur.

      Hikâyemizde büyük rolleri bulunan Kara Abdurrahman’a, Kapıdağı’yla Karaburun arasında geniş karınlı bir ay teşkil ederek uzanıp giden sahilde tesadüf ediyoruz. Kara Abdurrahman henüz yirmi beş yaşındadır, nadir bir güzelliğe maliktir, uzun boyludur, esmer renklidir. Kaşları kara, gözleri ela, göğsü geniş bir babayiğittir. Yanında iki arkadaşı vardır. Biri gayet incedir. Fakat bu incelikte bir şimşek oynaklığı, bir çelik sağlamlığı göze çarpıyor. Bu, Bursa’nın hakiki fatihi olan Balaban Bey’in oğlu İnce Balaban’dır, Kara Abdurrahman’la yaşıt gibidir. Öbürü dağ cüsseli bir Türk’tür. Endamı gibi adım atışı da bakışı da heybetlidir. Yaşça arkadaşlarından büyüktür, en şöhretli alplardan Akça Koca’nın oğlu olup adı Kara Aygud’dur.

      Üç yoldaş yayadır. Gece yarısına yakın Aydıncık’a doğru gidiyorlar. Bellerinde birer yatağandan başka silah yok. Önlerine çukur, hendek gibi mâniler çıktıkça İnce Balaban, zamanımızın uzun atlama rekorlarını çok geride bırakacak bir çeviklikle sıçrıyor, Kara Abdurrahman neşeli bir “Ya hey!” savurarak onu takip ediyor, Kara Aygud’sa bütün o mâniaları hafif bir atlayışla geçiveriyordu.

      Üç arkadaşın yüzlerinden ve sözlerinden anlıyoruz ki Kara Abdurrahman şen ve şakacı, İnce Balaban biraz müstehzi, Kara Aygud’sa çok ağır ve mütefekkirdir. Kürenin ezelî lambası, elmas çivilerle bezenen mavi tavanda yanıyordu. Lakin üç Türk gencinin önlerini görmek için ne yer ne gök ışığına ihtiyaçları yoktu. Onlar, en koyu karanlıkları gözlerindeki nurla tarumar edebilecek insanlardı ve bu kudret kendilerine babalarından, dedelerinden miras kalmıştı.

      Aydıncık harabeleri, şuraya buraya serilmiş yırtık çuvallar, dalsız ağaçlar ve kırık taşlar hâlinde önlerine çıktığı vakit Kara Abdurrahman durdu.

      “Aygud kardeş…” dedi. “Toplantı yerine geldik.”

      O, tek bir kelime söyledi:

      “İyi!”

      Kara Abdurrahman gülümsedi:

      “İyi olduğunu biliyorum. Fakat aramızda daha söz birliği yapmadık. Yol boyunca hep sustuk, konuşmadık. Orada ne söyleyeceğiz?”

      “Hiç!”

      “Hiç mi? Demek boş yere taban tepiyoruz. Bu soğukluğu bırak da dilini çöz. Bizim bir düşüncemiz, bir dileğimiz var, değil mi? Onu büyük yoldaşlara söylemeyecek miyiz?”

      “Söyleyeceğiz!”

      “İyi ya, ben de onu soruyorum. Ne diyeceksin?”

      İnce Balaban, Kara Aygud’un yerine cevap verdi:

      “Hiç!”

      Aygud, o heybetli adam, gözlerinin ateşini İnce Balaban’ın yüzüne çevirdi ve onu payladı:

      “Çocuk!”

      Kara Abdurrahman atıldı:

      “O da ben de çocuğuz ama söz orucuna ara sıra iftar gerek olduğunu biliyoruz. Sen boyuna susuyorsun. Biraz konuş be!”

      “Konuşuyorum ya çocuk!”

      “Evet. Çok konuşuyorsun. Ağzından bir söz yakalamak için dört kement atılmalı.”

      “Peki, konuşalım.”

      “Süleyman Paşa, Ace Bey, Evrenos Bey, Fazıl Bey burada. Bizim Aksungur, Kızıloğlan oğlu, Kara Hasan oğlu da beraber. Karşı yakaya geçmeyi konuşacağız.”

      “Geçeriz!”

      “Ya onlar geçmeyelim derlerse?”

      “Geçeriz!”

      “Güzel. Ben de bunu öğrenmek istiyordum. Demek ki geçeceğiz. Razı olsunlar, olmasınlar, geçeceğiz. Yoldaş bulamazsak yine geçeceğiz değil mi?”

      “Öyle!”

      “Bizimkini pek dinlemezler ama senin sözünü kolay kolay kulak ardına atamazlar. Bizim de güvencimiz sensin. Ayağını sıkı bas, kuru lafa pabuç bırakma.”

      Yarım saat sonra Aydıncık harabesinin taşları üstünde on beş yirmi Türk’ün hararetli bir müzakereye giriştikleri görülüyordu. Gençler pek tabii bir fikir birliğiyle konuşuyorlar, biraz yaşlı olan söz erleriyle münakaşa yapıyorlardı. Fakat bu münakaşa büyük bir intizam içinde cereyan ediyordu. Herkes sırası gelince fikrini söylüyor, kimse kimsenin sözünü kesmiyordu, telaş eden ve titizlenen yoktu.

      Bahsin temelini Rumeli’ne geçme meselesi teşkil ediyordu. Başta Kara Abdurrahman olduğu hâlde bütün gençler bu işin vakit geçirilmeden yapılmasını istiyorlardı. Ace Bey, Fazıl Bey gibi tecrübeli beyler, denizin ne suretle geçileceğini soruyorlar, çarpışılacak düşmanın kuvvet derecesi hakkında ihtiyatlı mülahazalar yürütüyorlardı. Onların fikrine göre düşünmek lazımdı. En ziyade ısrar ettikleri, ehemmiyet verdikleri nokta da buydu.

      Kara Abdurrahman, denizin nasıl geçileceği sualine Kara