M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

Biraz sonra kuvvetli kolların denize çarpmasından doğma bir seda kulaklarına ve üç büyük gölge gözlerine çarptı. Artık boğazda yüzenlerin kendilerinden ibaret olmadığı ve arkalarından üç Türk’ün daha geldiği anlaşılmıştı. İnce Balaban, yüz kulaç kadar geride bulunan gölgelere bakar bakmaz haykırdı:

      “Ay, Oyvad da var! Hem palazıyla5 beraber!”

      Doğru söylüyordu. Bizim yüzücülerin izinde yüzen üç yeni yolcudan birinin sırtında bir tümsek görünüyordu. Yarı karanlıkta büyücek bir kamburu andıran bu çıkıntı, İnce Balaban’ın keşfettiği gibi meşhur sipahi Oyvad’ın beş yaşındaki oğluydu. Oyvad, çocuğunu, yürümeye başladığı günden beri yanından ayırmazdı, muharebelere bile beraber götürürdü. Arkadaşları bu hâlinden dolayı kendisiyle şakalaşırlar, çocuk hakkında birçok teşbihler yaparlar ve yavrucağa birçok isimler takarlardı. Palaz tabiri o teşbihlerin, o isimlerin en nezaketlisiydi.

      Delikanlılar, Oyvad’ın oğlunu da sırtına alarak, kendi izlerinde yürüdüğünü gördükten sonra yanında bulunanları tanımakta güçlük çekmediler. Kendileri nasıl bir sacayağı teşkil ediyorlardı, Oyvad’ın da gölge gibi kendisinden ayrılmayan iki arkadaşı vardı: Kara Boğa, Yaralı Doğan!.. Onların da bu deniz aşma işinde Oyvad’a yoldaşlık ettiklerine şüphe yoktu.

      Bu anlayış üzerine Kara Aygud titizlendi:

      “Çocuklar…” dedi. “Koşalım, önümüzü aldırmayalım!”

      Şimdi hızla yürüyorlar, denizi hırpalaya hırpalaya ilerliyorlardı.

      Arkadan gelenlerden önce karaya varmak için âdeta kanatlanmışlardı. Geride bulunanlar onların kısa bir duruştan sonra hızlı hızlı yüzmeye başladıklarını, aralarındaki açıklığın gittikçe çoğaldığını görünce maksadı kavramışlar ve bağırmışlardı:

      “Koşma Aygud, düşersin!”

      İnce Balaban, yürüyüşünü kesmeden cevap verdi:

      “Siz bizi boşlayın, kendinize bakın. Çünkü yol dikenlidir, karışmam.”

      İki takım yüzücü birkaç yüz metre uzakta bulunan sahile birbirlerinden önce varmak için olanca kuvvetlerini sarf ediyorlardı. Boğazı yüzerek geçmek fikrini ilk ortaya atan kendileri olduğu cihetle Kara Abdurrahman ve arkadaşları bu şerefi öbürlerine kaptırmamak istiyorlardı. Ötekiler de fıtri bir dilekle ve harp meydanlarında elde edilmiş bir alışkanlıkla öne geçmeye savaşıyorlardı. Türk’ün yaratılışında önde bulunmak zevki, daima üstün kalmak emeli pek bariz surette görülür. Harika sayılacak birçok hadiselerin en birinci amili bu atılganlıktır. Yüzücülerimiz de aynı ruhi meyelanla neşeli bir rekabete girişmişlerdi. Fakat Kara Abdurrahman’la arkadaşları, ellerinde bulunan üstünlüğü muhafaza etmekte güçlük çekmediler, aradaki mesafe farkını kaybetmeyerek hedeflerine doğru uçtular ve nihayet sahile geldiler.

      İnce Balaban, kumsallara ulaşır ulaşmaz ellerini sahile yapıştırdı.

      “Rumeli, Rumeli!” diye haykırdı. “Tuttum seni! Artık bizimsin!..”

      Delikanlıların ilk yaptıkları iş, dağarcıklarını açıp giyinmek oldu. Ağız tarafı kendi cinsinden çift astar taşıyan bu sağlam deri, elbiselerin ıslanmasına engel olduğu için yolcularımız günlük kıyafetlerini kolaylıkla almışlardı. Şimdi sıraya dizilerek öbür yolcuları bekliyorlardı. Onların da yanaşması gecikmedi. Önde yavrusuyla Oyvad, arkasında Kara Boğa ve daha sonra Yaralı Doğan, sahile adım attılar. Oğlunu, dağarcığıyla beraber, sırtından indiren Oyvad, çıplak ve ıslak kollarını göğsünde kavuşturdu.

      “Olmadı!” dedi. “Sizi çepök çalıp karşılayacaktık, ağzınızı bir karış açık bırakacaktık. Kara Boğa geç kaldı, oyunumuz bozuldu.”6

      İnce Balaban, henüz beş yaşında bulunan sipahizadeyi belinden yakalayarak yüzünün hizasına kadar kaldırdı:

      “Palaz!..” dedi. “Bu gece tam yüzdün. Allah vere de yanımızda yanlışlığa uğrayıp derin yüzülmese!”

      Babası bir taraftan giyiniyor, bir taraftan Balaban’a cevap veriyordu:

      “Sevindik’in derisi babasınınkinden kalındır, kolay kolay yüzülmez.”

      Ve sonra latifeye hamlolunamayacak kadar ciddi bir sesle ilave etti:

      “Bize at gerek!”

      Muhterem okuyucularımıza bu üç şöhretli sipahiyi de takdim edelim: Oyvad, Kara Aygud’dan da iri bir adamdır. Şu kadar ki meşrepçe ona hiç benzemez. Konuşkan ve atılgandır. Aygud’la tam bir tezat teşkil eder. O, yalnız yavrusunu değil, neşesini de her gittiği yere beraber götürür. Söyler, söyletir. Güler, güldürür. Hâlbuki Aygud, teşbih caizse, sessiz bir bulut mehabetine maliktir. Yıldırımlarını içinde saklar ve sükûnetiyle de etrafına korku dağıtır.

      Her sipahi gibi Oyvad’ın da muhteşem bıyıkları vardır. Kalın ve enli çenesinin üstünde kararan bu bıyıklar, bir çelik üzerine işlenmiş püsküle benzer. Şahinimsi kıvrık bir burun, sert ve sabit bakışlı bir çift iri göz, bu kuvvetli çehrenin haşmetini tamamlar.

      Yaralı Doğan henüz gençtir. Bu sebeple Oyvad’ın emrinden çıkmaz ve onu yanılmaz bir rehber sayar. Fakat kendisi de birçok değerli harp erlerine rehberlik edecek meziyetler taşır. Sağ yanağındaki derin yara izi, bir kılıç darbesinin bu silinmez nişanesi, ona Yaralı lakabını verdirmiştir.

      Kara Boğa o devir sipahilerinin en irisi olarak tanınmıştır. Değme at bu hakiki Herkül’ü taşıyamaz ve o, kendisini taşımak kudretini gösteren atları da ayaklarından yakalayarak, bir kuzu kaldırır gibi, iki metre yükseltir. Bu iriliğine ve bu müthiş kuvvetine rağmen o da Yaralı Doğan gibi Oyvad’ın her emrine boyun eğer. Çünkü onun vuruşundaki isabet kadar görüşündeki isabete de hayrandır.

      Küçük Sevindik’e gelince: O, garp sanat âleminde pek büyük hayretler yaşatan “Meryem kucağında İsa” tablosunu sönükleştirecek kadar güzel bir çehre sahibidir. Hammer’den Yorga’ya kadar bütün müverrihler, Sevindik’in, daha sonraları oynadığı rollerden bahsederken “nadir bir güzelliğe malik olduğunu” kaydetmek zaruretini hissetmişlerdir. Bu, bir hakikatti ve Sevindik, gerçekten eşsiz bir güzeldi. Mavi iki yıldızı andıran gözlerinin masum bakışlarından ilahi bir füsun saçılıyor, yanaklarında gülleri utandıran bir renk parlıyor, dudaklarında müstesna bir tatlılık gülümsüyordu. Bu çok güzel çocuğun aldığı terbiye yamandı ve kendisinin yakın bir zamanda büyük bir bahadır olacağı seziliyordu. O, bir yıldan beri babasının terkisinde diyar diyar geziyordu, sayısız maceralara şahit oluyordu. Daha bu yaşta bir sipahi kılıcının düşman başında nasıl yıldırımlaştığını biliyordu ve bir sipahi atının, yerinde ne gibi harikalar göstereceğini öğrenmiş bulunuyordu.

      Sevindik henüz küçük bir hançerden başka silah taşımaya mezun değildi ve bu hançeri kınından çıkarıp kullanmaya da fırsat bulmamıştı. Lakin babasının terkisinde geze geze ve Kara Boğaların, Yaralı Doğanların yaptıkları işleri göre göre nefsine kuvvetli bir itimat gelmişti, tek başına at binip muharebelerde kılıç oynatmak istiyordu. Bu dileğine kulak asılmadığı için gamlı, sızlanıp dururdu. “Yaralı Emmi”, “İri Emmi” diye çağırdığı Doğan’la Kara Boğa onun bu sızlanışlarını ciddi bir çehreyle dinlerler ve “Hele biraz büyü, boyun at sırtını geçsin.” diyerek tahammül tavsiye ederlerdi.

      Sevindik, Balaban Bey’in kolları arasında bulunurken babasının attan bahsettiğini işitti ve hemen söze karıştı:

      “Sipahi,