M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

şaşkın görünüyorlardı, öteye beriye dağılıyorlardı. Şurada on beş, beride yirmi, daha ötede elli kişilik kümeler var. Birbirlerine bağlı görünmeyen bu gruplar, kendilerinin on ve belki yirmi misli düşmanla ayrı ayrı pençeleşiyor. Ümitsiz çarpıştıkları belli, şu kadar ki hiçbir küme yerini bırakmıyor, geri çekilmiyor, en tuhafı, içlerinde ölen de yok. Her Türk yıkılmaz bir ağaç gibi sert ve dik. Dört taraftan başlarına indirilmek istenen kılıçlar, en küçük bir bere bile açamıyor, teker teker kırılıyor. Bu sebeple baskıncıların bir kısmı silahsız kalıyor ve selameti geri çekilmekte buluyor.

      Bu, Türklerin sayı bakımından üstün kuvvetler önünde ustalıkla tatbik ettikleri “Canlıkale” tabiyesiydi. Uzun bir saat bu tabiye devam etti, baskıncılar yorulmaya başladı. Kumandanlar, evvelce dağılış, kaçmaya hazırlanış sandıkları bu dört köşe, dört köşe ayrılışın kıymetini, ehemmiyetini yavaş yavaş anlamışlar, kötü kötü düşünmeye koyulmuşlardı.

      İşte bu sırada, sağdan soldan müthiş bir velvele koptu, bölük bölük Türk’ün iki yandan da sahneye atıldığı görüldü. Baskınlarının baskınla karşılandığını gören Bizanslılar sayıca üstünlüklerinin elden çıktığı korkusuyla cesaretlerini kaybederek ve karşılarındaki Türk kümelerini bırakıp yeni gelenlere göğüs vermeyi de beceremeyerek bocalarken o yirmişer, otuzar kişilik murabbalar birdenbire açılmış, yayılmış, önlerine gelen Bizanslıları doğramaya başlamıştı.

      Bu harbin ertesi günü yazılan zafernamenin şu fıkralarından vakıanın hakikatini daha canlı surette anlayabiliriz.11

      “Nagâh sehere karib kefere-i fecere meydana dökülüp dürtüşmek ve döndürüşmek üzere iken pusuda olan mücahidler, kâfirin iki tarafını alup aslan sığına (İri ve benekli geyik demektir.), kurd koyuna dokunur gibi yanların kuşadıp kılıç sunduklarından hemen her birin bir tarafa dağıdup sabah oldukta…”

      Evet, o günleri bizzat yaşamış olan kâtibin dediği gibi sabah oldukta on bin kişilik büyük ordudan kalan yadigâr, bir sürü başsız cesetle birkaç yüz esirden ibaretti. Üst tarafı çil yavrusu gibi dağılmıştı.

      Rumeli yakasında ilk kaleye ilk olarak Türk bayrağını astığı için “sipahi yiğitbaşılığı” ile mükâfatlandırılan Oyvad Bey, bu parlak zafer sonunda tutsakları dizi dizi sıralarken Kara Abdurrahman yanına sokuldu:

      “Oyvad…” dedi. “Bir şey tasarlıyorum.”

      “Hayrola!..”

      “Sevindik’i bana yoldaş eder misin?”

      “Vay, benim oğlan sana yoldaş olacak kadar büyük mü? Vallahi bilmiyordum.”

      “Tam çalışacak çağdadır. Artık terkiye binmekten vazgeçsin, bizimle dolaşsın.”

      “Gizli bir iş mi var, bir yere mi aşacaksın?”

      “Biraz eğlenmek istiyorum. Sevindik de bana yardım edecek.”

      Elini, minimini hançerinin kabzasına koyarak muhavereyi dinleyen Sevindik, hemen yalvardı:

      “Elini öpeyim baba! Beni Kara Rahman amcama ver. Sana bol bol armağan getiririm.”

      Heybetli sipahi, küçük Sevindik’in güzel yüzüne şöyle bir baktı ve onun minimini ellerini Kara Abdurrahman’ın geniş avcuna koydu.

      “Evlat…” dedi. “Benim değil, senindir. Yanında gezsin, yeri göğü görüp bellesin, gözü gönlü açılsın. Baban gibi, senin gibi ünlü bir yiğit olsun.”

      Abdurrahman’la Sevindik bu suretle yoldaş olduktan sonra nereye gittiler, ne yaptılar bilmiyoruz. Kendilerine Dimetoka yolunda ve bir sürü muhacir arasında tesadüf ettiğimiz zaman, Burgaz Harbi üzerinden, iki yıl geçmiş bulunuyordu. Sevindik hayli büyümüştü, hayli serpilmişti. Fakat üst baş bakımından çok berbattı. Kir ve çamur içindeydi.

      Hemen söyleyelim ki bu kirlilik onun bir Bizanslı köy çocuğu kılığına girmesinden ileri geliyordu. Nitekim Abdurrahman da yırtık bir gömlek, kirli bir don taşıyordu ve Sevindik’le birlikte Bizanslı rolü oynuyordu.

      Böyle bir biçime girmek herhangi bir Türk için pek güçtü. Mösyö Bronguier’nin dediği gibi Türkler “elbise temizliği hususunda dünyanın en üstün milletiydiler”. Bizans köylüleriyse -başta imparatorların kayıtsızlığı olmak üzere içli dışlı birçok sebepler yüzünden- pisliğin timsali hâline gelmişlerdi. Bu sebeple Kara Abdurrahman’ın o kılığa girmesi hem güç hem üzücü bir işti. Fakat kutsi tanıdığı bir maksat uğrunda nefsini zorlayıp tam bir Bizans köylüsü gibi pisleşmişti.

      Kendine yapılan telkinlere, tembihlere pek çabuk ayak uyduran Sevindik, hiç dinmeyen hıçkırıklarıyla korku delisi muhacirlerin perişan uğultularından da üstün gürültü yapıyordu. Bizans dilini en ince nüktelerine kadar bilen ve konuşan Kara Abdurrahman bu fasılasız zırıltıyı kesmek için sık sık bağırıyordu:

      “İlya, sus, yoksa seni Türklere bırakırım!”

      Öbür muhacirleri kuvvetli birer kamçı yemişler gibi biraz daha fazla konuşmak zorunda bırakan bu söz, Sevindik’in üzerinde hiçbir tesir yapmıyor ve o, yine durmadan, dinlenmeden ağlıyordu. Türk’ün adından yersiz bir korkuya düşüp emniyetli sığınak aramaya çıkan şaşkın köylüler nereye gideceklerini tasarlamış değillerdi. Bir köy halkının yarısı şimale kaçıyorsa yarısı garba savuşuyordu. Bir iki uzuvlarının sabit hassasiyeti istisna edilirse, hepsinin benlikleri erimiş gibiydi. Kimlerle arkadaşlık ettiklerini değil, kendi kendilerini göremeyecek kadar sersemleşmişlerdi. Gözler yalnız sığınacak yer arıyordu. Kulakları, kovalanıp kovalanmadıklarını anlamak kaygısıyla hep geriyi dinliyordu. Bu hâl, Kara Abdurrahman’ın kurduğu planı kolaylaştırıyordu. Kimsenin ondan şüphelenmesine imkân yoktu ve yiğit Türk, tasarladığı işi yapmak yolunda pervasız yürüyebiliyordu.

      Sevindik’in inlemesi dinmeden Dimetoka’ya yaklaşmışlardı. Kasabanın bir tepe üzerindeki mahruti12 kalesi, kaçak köylüler için kalın göğüslü bir imdat heykeli gibi cazip görünüyordu. Kadın, erkek bütün bu kaçaklar yerlere kapanarak, önlerinde yükselen kurtuluş ocağına varabildiklerinden dolayı, din ulularına şükranlarını sunuyorlardı. Kara Abdurrahman da onlara uymaktan geri kalmadı ve yüksek sesle birçok dualar okuduktan sonra Sevindik’e müjde verdi:

      “İşte kurtulduk, buraya Türkler gelemez. Sen de sesini kes, zırıltıyı bırak!”

      Şimdi Dimetoka Kalesi’nin etekleri uğultulu bir panayır yerini andırıyordu. Anasız sıpaların yanık anırtısı, meme arayan buzağıların mahzun böğürtüsüne, çocukların perde perde ve çeşit çeşit çıkardıkları sesler kadın çığlıklarına karışıyor, insanla hayvan yan yana ve kucak kucağa kaynaşıyordu. Bu panayırın sermayesi inlemekten, hareketi de acıklı bir perişanlıktan ibaretti. Kaledeki asker, bu gürültüyü doğuran can korkusuna yabancı değildi. Çünkü iki yıl evvel Burgaz önünde Türklere baskın yapan ve sonra selameti kaçmakta bulan bahadırların bir kısmı kendileriydi. Bu sebeple mültecilerin elemlerini, endişelerini, ızdıraplarını pek iyi anlıyorlardı ve kucaklarını onlara açmak için sabırsızlanıyorlardı. Lakin Dimetoka’yı malikâne gibi idare eden taçsız bir kral durumunda bulunan muhafızın düşüncesi bambaşkaydı. Eski Türk tarihçilerinin tekfur diye kaydedip geçtikleri müstakil valiler zümresine mensup bu kumandan, alay alay mülteciyi kaleye aldığı takdirde iaşe işinin güçleştiğini göz önünde bulundurduğundan köylerini bırakıp sürüne sürüne oraya kadar gelmiş olan millettaşlarına kale kapılarını açtırmak fikrinde değildi.

      Mülteciler