M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

ettiği için karılar kocalarını bulamıyordu. Bu sersemliği, yine Türk muharibin kuvvetli sesi giderdi:

      “Eşini bulamayan denizi boylar!”

      Artık herkesin idraki düzelmiş, gözlerin seçme ve tanıma kuvveti yerine gelmiş, denize atılmak korkusu o perişan kütleye şuur getirmişti. Şimdi Çempe halkı ev ev kümeleniyordu, erkekler eşlerini ve çocuklarını yanına alarak sıraya giriyordu. Kara Abdurrahman ihatalı bir bakışla bu ilk tutsakları saydı ve arkadaşlarına döndü:

      “Altmış dokuz ev, iki yüz yedi baş. Her birimize otuz dört baş düşüyor. Büyük yoldaş Sevindik için de üç adam kalıyor. Böyle paylaşalım mı, yoksa bunların topunu birden Oyvad’la arkadaşlarına mı bırakalım?”

      Kara Aygud reyini verdi:

      “Payımız onların olsun.”

      İnce Balaban da aynı fikirde bulundu ve üstelik vakit geçirilmeden ileri gidilmesini, kalelerde gedik açmak suretiyle kendilerine kılavuzluk eden zelzeleden istifade olunmasını teklif etti. Kara Abdurrahman, öbür yakaya dil göndermek meselesini yine hatırladı:

      “İyi ama…” dedi. “Ötede dil bekliyorlar.”

      Münakaşa tazelenmek üzereydi. Ne Aygud ne Balaban geri dönmek niyetinde olmadıklarını, Abdurrahman da kolaylıkla ellerine geçen Çempe gibi yakın köylerden hiç olmazsa bir tanesinin daha işgal olunabileceğini düşündüğü için öteye haber uçurmak işine şekil vermek müşkül görünüyordu. Üç arkadaş bu nazik mevzuyu ne suretle idare edeceklerini ayrı ayrı düşünürken altmış dokuz parça hâlinde sıralanan Çempeliler hep birden denize bakmaya başlamışlardı. Sırtlarını suya çevirmiş olan delikanlılar, iki yüz çift gözün ansızın denize dikildiğini görünce başlarını döndürdüler ve iki gölgenin, ayakta durarak sahile doğru ilerlediğini gördüler.

      İnce Balaban gülümsedi.

      “İşte…” dedi. “Bu yahşi… Denizi yürüyerek geçiyorlar.”

      Aygud, keskin gözlerini engine dikti ve biraz sonra haber verdi:

      “Sal!..”

      Çempeliler, böyle teker teker denizi geçen kahramanların teker teker bütün Rumeli şehirlerini zapt edeceklerine çoktan iman getirdikleri için her Türk’ün ayağı dibince koca bir kalenin yıkılışını temaşa ediyorlardı. Onların zihinlerinde atalar mirası olarak yaşayan hurafeler, bu güzel denizi kimlerin gelip geçtiğine dair belledikleri masallar, son yıllarda cazibelerini kaybetmişti. Truva efsaneleri, Agamemnon hikâyeleri, Safu tekerlemeleri, on binler gevezeliği zavallı köylüler için uyuşturucu birer gıdaydı. Binlerce ve binlerce adam, uzun bir zaman bu hurafelerle idraklerini beslemişler ve mevhum kahramanların vârisleri olduklarına inanarak kendilerini dalaletle sürüklemişlerdi. Ancak Türk savletinin10 başlamasıyladır ki gözlerindeki gaflet perdesi düşmüş, efsanelerin yaşattığı mağrur itimat göçmüş ve bu muhitte yepyeni bir uyanıklık belirmişti.

      Çempeliler de o gaflet dünyasına mensup biçarelerdi ve Türklüğün ancak harikalar yaratıcı bir kuvvet olduğuna, yirmi otuz yıldan beri inanıyorlardı. Bu inanç pek derin ve pek engindi. O derece ki, kendilerini sıraya dizen şu üç Türk’ün kayıklarla, yelkenlilerle sahile geldiklerini görseler şaşacaklar ve alelade fânilere yakışan bu geçiş tarzını onlara layık bulmayacaklardı. Şimdi de Aygud’un sal dediği şeyin bir kilim, bir seccade olabileceğini ve bir kısım Türklerin de öyle bir nesneye binerek denizi aşmakta olduklarını tevehhüm ediyorlardı.

      Böyle bir kuruntu onlar için zaruriydi. Çünkü asırlardan beri vehmî ve hayalî bir âlem içinde yaşamışlardı. Türklerle temasta bulunmak sayesinde, Paris’in bir hayal, Aşil’in bir masal, Hektor’un bir dedikodu olduğunu öğrenmişlerdi. Yine o temasın yarattığı uyanıklıkla Bizans saraylarında bile telakkiler, zevkler değişmişti. Artık oralarda da Argononlar, Eksenofonlar okunmuyordu. Yalnız Akça Kocaların, Konur Alpların, Kara Alilerin menkıbeleri söyleniyordu.

      Uzaktan belirmiş olan sal biraz daha yaklaşınca içindekileri tanımak mümkün oldu ve Kara Abdurrahman, neşeli bir “Oh!..” çekerek haykırdı:

      “Gözüm aydın, gözüm aydın, beyler geliyor! Artık bana tasalanmak kalmadı!”

      Görüş doğruydu, gelenler Fazıl ve Ace beylerdi. Onlar, çarçabuk hazırlattıkları bir salla yüzgeç delikanlıların izlerine düşmüşlerdi. Şarktan garba doğru esen hafif bir rüzgâr bu çok sade ve çok nazik nakil vasıtasını sürükleye sürükleye aynı noktaya, altı Türk’ün çıkmış olduğu sahile getirmişti. Beyler, hayli uzaktan karadaki kalabalığı görmüşler ve endişelenmişlerdi. Bu endişe yüzünden yerlerinde oturamadıkları için de ayağa kalkmışlardı. İki gölgenin denizde yürür gibi görünmesi işte bu kalkıştandı. Onlar, coşkun kanlı gençlerin bir felakete uğramasından korktukları cihetle yaklaşır yaklaşmaz kumlara atladılar ve bağırdılar:

      “Hayrola çocuklar, savaş mı var?”

      Kara Abdurrahman, güle güle cevap verdi:

      “Savaş filan yok, şu köylüler selamınıza duruyor.”

      Çempelilerin vaziyeti bu cevabın kuvvetini artırdığından her iki bey geniş birer nefes aldılar, mübarek sahneyi gözden geçirmeye koyuldular. İşte, yaşlarının yekûnu bir asrı doldurmayan üç delikanlı, birçok asırların hatıralarını taşıyan şu topraklar üzerinde, Türk hâkimiyetini kurmuşlardı. İki bey, iki yüz küsur esirin miskin durumunda bu parlak hakikati görüyorlar ve derin bir sevinç içinde bahadır delikanlıları alkışlıyorlardı:

      “Berhudar olun çocuklar, ilk av temiz olmuş!..”

      Ufukta bütün azametiyle belirmiş olan güneş, bu alkışa iştirak ediyor gibiydi ve biraz sonra Çempeliler, her iki beyin önünde, o civar kalelerine dair mükemmel malumat veriyorlardı.

      II

      DİLSİZ İLYA

      Ace Bey’le arkadaşlarının geri dönüp gördüklerini Süleyman Paşa’ya söyledikten sonra verilen karar üzerine başlayan salla geçme hareketinin tasvirini tarihe terk ediyoruz ve okuyucularımızdan, bizimle beraber Burgaz önüne kadar gelmelerini, orada cereyan eden bir muharebeyi seyretmelerini istiyoruz. Dimetoka Kumandanı Mihal’le Edirne Muhafızı Vice-Roi Dimitri İştovan tarafından Burgaz civarındaki Türk kuvvetleri aleyhine yapılmak istenilen bir baskın, tasvir etmek istediğimiz harbi doğurmuştur.

      Dimetoka ve Edirne kumandanları saray üstünlüğünün verdiği güvenle bu baskını tasarlamışlardı. Onlar, on bin kişilik bir ordu, Türklerse bin kişilik bir müfreze teşkil ediyorlardı. Her iki kumandan, Termopil önlerinde üç yüz kişiyle üç milyonluk ordular tarumar eden kahramanların damarlarındaki kanı, hiç su karışmamış biçimde, taşıdıklarına iman getirmişler gibiydi. Çünkü ortadaki rakamlar, on binle bin, böyle bir iman yaratacak kadar sarihti. Fakat ihtiyatlı davranmamak da ellerinden gelmediği için açık bir taarruz yerine baskın yapmayı tercih ediyorlardı.

      Burgaz önündeki Türk müfrezelerinin başbuğluğu sipahi Oyvad’a verilmişti. Kara Abdurrahman, Kara Aygud, Kara Boğa, İnce Balaban ve Yaralı Doğan da onunla beraber bulunuyorlardı. Kendilerine bir baskın hazırlandığı haberi gelir gelmez Oyvad, bütün arkadaşlarını topladı.

      “Baskın var!” dedi. “Nidelim?”

      Aygud’un cevabı kısa oldu:

      “Söz kılıcındır, bize susmak düşer!”

      Abdurrahman, bu düşünceyi eksik buldu:

      “Düzene düzen gerek.” dedi. “Biz de pusu kurmalıyız.”

      Boğa, Balaban ve Doğan aynı mülahazayı