M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

faydasızdı.

      Erkekler, birlikte getirdikleri öküzlerin boyunlarına dayanarak; kadınlar, ellerini göğüslerine sokarak şuursuz bir intizar devri geçirirlerken Kara Abdurrahman’ın gür sesi yükseldi:

      “Böyle kötü kötü düşünmekten ne çıkar?.. Beni dinlerseniz şu bizim dilsize bir kâğıt verelim, içeri gönderelim. Belki hâlimize merhamet ederler, kapıları açarlar.”

      Bütün mülteciler o fikrî felçten sıyrılmış gibi kımıldamışlardı, ortaya bir düşünce atan delikanlının etrafına yığılmışlardı. Sahte Bizans köylüsü anlattı:

      “Benim dilsiz, hünerli oğlandır. İşitmez, söylemez, ama elinden her iş gelir. El birliğiyle bir arzuhâl yazalım, kale kumandanına yollayalım. İlya ne yapar, yapar, içeridekileri merhamete getirir.”

      Şimdi herkesin gözü dilsiz denilen ve o kafileye katıldığı dakikadan beri hıçkırığı kesilmeyen Sevindik’e dikilmişti. Yırtık gömleğiyle, sümüklü burnuyla, çamurlu ayaklarıyla bakanlar üzerinde iyi bir tesir uyandırmayan bu çocuğun, kale kumandanını acındıracağına ihtimal veren yoktu. Lakin denize düşenlerin köpüğe sarılmaları kabilinden bütün o ümitsiz kütle de şöyle bir teşebbüse girişmenin aleyhinde bulunmuyordu. Şu kadar ki kâğıt, kalem bulmak bir meseleydi. Kaçak köylüler arasında yazmayı bilen olmadığı için yazı vasıtaları taşıyan da bulunmuyordu.

      Kara Abdurrahman bu güçlüğü de yenmekten geri kalmadı. Bir beyaz bez buldu, bir ağaç parçasından kalem yaptı, bir ineğin bacağından kan sızdırarak onu da mürekkep diye kullandı, iki üç satırlık bir pusula yazdı; sonra köylülerden birkaç bıçak topladı. Sevindik’in bol suyla yüzünü yıkadı, ayaklarını temizledi, parmaklarıyla saçlarını tarayıp düzeltti, yapma kirleri ve çapakları giderdi, çocuğun o eşsiz güzelliğini açığa çıkardı.

      Gamlı kadınlar, elemli kızlar ve hatta erkekler birdenbire pek melih, pek latif bir sima alan Sevindik’e hayran hayran bakıyorlardı, “Ne güzel çocuk, ne güzel çocuk!” diye mırıldanıyorlardı. Kara Abdurrahman iki yıldan beri büyük bir dikkatle terbiye ettiği sipahi yavrusuna, inek kanıyla yazılan pusulayı ve bıçakları verdi, eliyle Dimetoka Kalesi’nin yüksek duvarlarını gösterdi, yüksek sesle vazifesini anlattı:

      “Haydi İlya, çık! İsa namına kapıyı açmalarını içeridekilere söyle!”

      Ve tırmanma işareti yapa yapa çocuğu duvarların dibine götürdü. Yüzlerce göz, Sevindik’in ayaklarına takılmıştı, onun ne yapacağını takibe koyulmuştu. O, hiç tereddüt göstermedi, düşünmedi, sendelemedi; sanki yemiş toplamak için bir ağaca çıkıyormuş gibi düz duvara tırmanmaya başladı.

      Köylüler gibi, kale duvarları üstündeki asker de halk da pervasız çocuğun gösterdiği hüneri şaşkın şaşkın temaşa ediyordu. Sevindik, belindeki bıçaklardan kademeli ve kurulup bozulur bir merdiven yaparak, altta kalan basamağı önde bir tutamak temin ettikten sonra ileriye alarak yavaş yavaş yükseliyordu. Onun eğilip kalkışında, hiç durmadan yükselişinde bir örümcek çevikliği göze çarpıyordu.

      Kaledekiler, ölümün insafsız ağzına doğru tırmanmaya çalışır gözüken çocuğu muhakkak bir felaketten korumak için bağırıyorlardı:

      “Küçük, düşeceksin. Tırmanmayı bırak, kapıya gel!”

      O, dilsiz ve sağır rolünü unutmayarak bu çığırışları işitmemiş gibi davranıyordu. Kara Abdurrahman, kolları göğsüne bağlı ve gözleri alev dolu, onun yükselişine bakıyordu. Mülteciler de seslerini ve nefeslerini keserek aynı temaşaya daldıkları için yanı başlarındaki düzme Bizans köylüsünün gözlerinde yanan endişeyi göremiyorlardı. Macera sever ve cesur delikanlı helecanını yenmeye çalışarak ve gözlerinin ışığıyla Sevindik’in ellerini, kollarını kuvvetlendirmek istiyormuş gibi bütün benliğini çocuğun hareketine bağlayarak üzüntülü dakikalar geçiriyordu.

      Artık ne kaledeki ne dışarıdaki halk arasında çık yoktu. Herkes yedi yaşında bir çocuğun dümdüz bir duvar üzerinde yürüyüşünü, heyecanlı bir rüya yaşar gibi, seyrediyordu. Kral kudretli muhafız da karısı da çocuğu da halkla beraber kalenin o cephesinde bulunuyorlardı. Endişeli bir sükûn, helecanlı bir merak binlerce kişiyi pençesine almıştı ve Sevindik, işte bu umumi hayret arasında yükselişine devam edip gidiyordu.

      Cesur çocuk, nihayet son irtifaya geldi. Bir saniye sonra ellerini duvarın üzerine, düzlüğe koyacak ve kaleye girmiş olacaktı. Bu durumda muhafız kumandan kendini tutamadı, koştu, küçük sipahinin ellerine yapışarak yukarı çekti, alnından öperek bağırdı:

      “Senin gibi bin çocuğumuz olsa bu memleket kurtulurdu!”

      Ve onun akıllara durgunluk verecek kadar güzel bir mahluk olduğunu görünce de karısını çağırdı.

      “Bak…” dedi. “Allah neler yaratıyor. Hüneri gibi kendi de güzel!”

      Sevindik, saray terbiyesi almış adamların takdirini kazanacak bir nezaketle boyun kırdı, boynundaki bez pusulayı çıkardı, işaretle onu kime vereceğini sordu. Kumandan bu tuhaf mürekkepli arzuhâli gülerek aldı ve çocuğun dilsizliğinden duyduğunu elemi karısına anlattı:

      “Her güzelin bir kusuru olur derler. Doğruymuş. Bu yavrunun dili yok!”

      Sevindik, o anda bütün Dimetokalıların yüreğini kazanmış olduğundan getirdiği iltimas da reddedilemez bir mahiyet almıştı. Kale kumandanı bu sebeple güzel çocuğu yanında alıkoydu, kapıların açılarak mültecilerin içeri alınmasını emretti. Biraz sonra, Türk korkusuyla yurtlarını bırakıp yollara düşen birkaç yüz sersem köylü ve onlarla beraber Kara Abdurrahman, Dimetoka’ya girmiş bulunuyordu.

      Kumandanın ilk işi Abdurrahman’la görüşmek oldu. Nereden geliyorlardı, ne suretle ulaşmışlardı. Türkler hakkında ne gibi bilgileri vardı?.. Bu noktaları birer birer sordu. Kara Abdurrahman’ın cevapları zaten hazırdı. Ganos Dağı eteklerindeki bir köy halkından olduklarını, Türklerin bu dağ yakınlarında ilerlemeye başlamaları üzerine Rados’a (bizim Tekirdağ) kaçtıklarını, Türklerin oraya da gelmeleri yüzünden serseri bir duruma düştüklerini ve nihayet Übros’un (bizim Meriç) beri tarafına geçtiklerini anlattı. Sevindik hakkında da “Bu çocuk benim yeğenimdir, kardeşimin oğludur. Babası para canlı bir adamdır. Türklerle alışveriş edip bire on kazanmak isterdi. Onun için karşı yakaya, boğazın öte kıyısına mal götürürdü, Pega’dan (bizim Biga) Nise’ye (bizim İznik) kadar dolaşır, dururdu. Küçük İlya’yı da hem alışverişe alıştırmak hem Türklere ısındırmak için yanında bulunduruyordu. Çocuk bu gidişlerde, gelişlerde birçok şeyler öğrendi. Türkler onu daha beş yaşındayken ata bindirdiler, cirit oyununa soktular, tepelere tırmandırdılar, suda yüzdürdüler. Allah ıslah etsin, kendilerine benzettiler. Habis oğlan şimdi bir Türk gibidir. Ne attan yılar ne itten. Ele sığmaz, avuca sığmaz. Biz can korkusuyla taban teperken o, yol boyunca şeytanlık düşünüyordu. Fakat bir iyiliği vardır. Eli kanda olan adamları ne yapıp yapıp güldürür. O kadar akıllıdır, hünerlidir. Dili olsaydı imparator hazretlerine nedimlik yapabilirdi.” dedi.

      Kara Abdurrahman bu tekerlemeyi söylerken Dimetoka Kalesi kumandanının karısı, gözleri yana yana delikanlıyı süzüyordu. O yırtık pırtık elbise içinde, o derme çatma başlık altında parlayıp duran muhteşem gençlik, şöyle böyle bir kraliçe sayılan madamın derece derece dikkatini uyandırmıştı.

      Kara Abdurrahman’ın yüzü kirliydi, saçları pasaklıydı, ayakları çamurluydu. Fakat kaşları, gözleri, dudakları, pazıları, göğsü, bütün bu kirler arasında, tozlara bürünmüş elmaslar gibi, göze çarpıyordu. O, kumandanın önünde korkak ve miskin bir vaziyet