kumandanı, Kara Abdurrahman’ın pürüzsüz bir Bizans lehçesiyle anlattığı hikâyeyi çalımlı bir sükûn içinde dinledi.
“Çocuktan…” dedi. “Hoşnut olmadığın anlaşılıyor. Seni ondan, onu da sefaletten kurtarırsam memnun olur musun?”
Kara Abdurrahman yerlere kapanır gibi göründü:
“Allah ikbalini artırsın. Bu lütfunla beni kendine köle etmiş oluyorsun.”
“Öyleyse İlya’yı bana ver. Oğlumun soytarısı olsun.”
Genç ve güzel kadın, kıvrak sesiyle söze karıştı:
“Yeğenini alıp bu sefil köylüyü yalnız bırakmak günahtır. Onu da bir işe koy ki yaptığın iyilik tam olsun.”
Kral salahiyeti, kral çalımı ve kral düşüncesi taşıyan kumandan, bir lahza dalgın kaldı, sonra gülümsedi.
“Hakkın var Mari.” dedi. “Bu yurtsuz delikanlıyı da kayırmak lazım. Kendisini ahır uşağı yapmak münasip mi?”
“Bahçıvana yamak versen daha iyi olur. Köylü bir genç, ata bakmaktan ne anlar?”
“O hâlde iş bitti demek. Dilsiz İlya bizim Emanoel’i eğlendirecek, amcası da bahçede çalışacak. Nasıl delikanlı, memnun musun?”
Kara Abdurrahman, iki üç dakikadan beri kumandanın kendisiyle yaşıt olan oğluna yanaşarak dilsiz işaretleriyle şaklabanlığa girişen küçük Sevindik’i gösterdi.
“Bakın…” dedi. “İlya vazifesine başladı. Ben de çapayla küreğe yapışmak için emrinizi bekliyorum.”
Bir köylüden beklenmeyen bu zarif cevap, kumandanın değil, fakat karısının dikkatini celbetti. Artık kendi sarayında çalışacak olan kirli dilberi tepeden tırnağa kadar süzerek sordu:
“Güzel konuşuyorsun. Okuryazar mısın?”
“Birkaç yıl Bizans’ta oturdum. Cenevizlilerin yanında çalıştım. Orada kendi dilimizle okuyup yazmayı öğrendim.”
“Adın?”
“Dimitriyos!”
Güzel kadın, bakışlarındaki sürekli süzgünlüğü bir ihtiras pırıltısıyla kapadı.
“Kalem tutan ellere…” dedi. “çapa vermek zulümdür. Zevcimin, bu zulmü kendine yakıştıramayacağını umuyorum.”
Kumandan, soyu sopu belirsiz bir genci himayede karısının pek ileri gidişini nahoş bulacak kadar dar havsalalı değildi. Lakin zemin ve zaman bu yurtsuz köylü hakkında daha fazla ikramda bulunmasına müsait olmadığı için karısına tam müspet cevap vermedi.
“Hele yerleşsin…” dedi. “Yol, yorgunluğunu çıkarsın. Sonra liyakatine göre işini değiştiririz.”
Tereddi etmiş milletlerin belli başlı vasıflarından biri de felaketlerden ibret almamak, gaflet uykusundan kolay kolay uyanmamaktır. Ne harp bozgunlukları ne içten, dıştan dağılmalar ne zelzele ne tufan, yurt sevgisini unutmuş kütleleri uyanıklığa sürükleyemez. Onlar, boğaz ve yatak için yaşarlar. Midelerine atacak lokma ve yataklarını ısıtacak eş buldukça dünyanın altıyla da üstüyle de alakalanmazlar.
Bizanslılar, on dördüncü asrın sonlarına doğru böyle bir tereddi gösteriyorlardı. Yalnız Bizanslılar mı? Balkanlar’ın etrafında yaşayan kütleler de aynı ruh uyuşukluğu, aynı ahlak bozukluğu içinde bulunuyorlardı. Şövalöresk (Chevaleresque) bir hayat geçirmeye yeltenen Orta ve Garbi Avrupa milletleri de Balkanlılardan farklı bir vaziyet sahibi değillerdi. Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de kadın parmağı haileler yaratıyordu. İmparatorlar, krallar peri kılıklı kadınlara uşaklık ediyordu. Dinî tahakkümler, kilise rezaletleri de bu umumi ahlaksızlık arasında ayrıca evler yıkıyor, ocaklar söndürüyordu.
İşte Kara Abdurrahman’la Sevindik böyle günlerde bir Bizans kumandanının, Dimetoka mıntıkasını babadan, dededen kalma bir malikâne şeklinde tasarruf eden bir asilzadenin evine kabul edilmişlerdi. Türk kuvvetlerinin Marmara sahillerinden garba doğru adım adım yayıldıkları, Şarki Trakya’yı ellerine geçirmiş gibi oldukları bir sırada o kumandan, kalesinin sağlamlığına güvenerek, zevk içinde, safa içinde yaşıyordu. Bu asil adam, güzel karısını uyuttuktan sonra kaleyi teftiş etmek bahanesiyle evinden çıkar, gündüzden peylenmiş kızlarla buluşur, sabaha kadar cümbüş yapardı.
Düşmek ve elden çıkmak sırası kendi kalesine geliyordu. Marmara’yı geçen Türklerin Meriç önünde durmayacakları apaçık görünüyordu. Fakat krallar gibi müstakil yaşayan kumandan cenaplarının bu noktayı düşündüğü yoktu. Yeni aşklara bel bağlayarak, kucaktan kucağa geçerek sarhoş bir ömür yaşıyor ve gün geçtikçe büyük tehlikeyi unutuyordu.
İdare olunanların idare edenlere uyması kadar tabii bir keyfiyet olamaz. İradesine gem takılmış milletlerde bu tabii keyfiyet, hayati zaruret hâlini alır ve halk, yüksek tabakanın yürüyüşüne ayak uydurur. Bizanslılar da saraylardan kiliselere kadar bulanık bir su gibi dalga dalga taşıp gelen gülüp oynama, çalıp çırpma ahengine uyuvermişlerdi. Şu farkla ki yüksektekiler dolu mideyle eğleniyorlardı. Berikiler boş midelerini ahmak kahkahalarla doldurmaya savaşıyorlardı. Ekmek azdı, aşk çoktu. Yüz binlerce insan, beşerden ayrı ve beşere aykırı bir küme mahluk gibi, yalnız aşkla tegaddi ediyordu.13 Vatanlarının parça parça ve boyuna elden çıkmasına ağlayan yoktu. Lakin gecesini, herhangi bir sebeple, eşsiz ve oynaşsız geçiren kadınların vaveylası kaldırımları yıkardı. Dimetoka’da da aynı hâl, aynı bulanık su, aynı çılgın hayat vardı.
Kara Abdurrahman öteden beri bütün içyüzünü görüp incelediği, her yanını kantara vurup tarttığı bu kokmuş yaşayışın, umumi bir ölüme kılavuzluk eden bu çılgın zevk severliğin yeni bir bürhanını14 Madam Mari’nin bakışlarında okumuş oldu. Kendi oğluyla sahte dilsizi önüne katarak kale duvarından salına salına ayrılan Mari, o güzel kadın, merdivene ayağını basarken başını çevirmiş ve Bizanslığın o asırdaki hüviyetini bir bakışında toplayarak Türk delikanlısını uzun uzun selamlamıştı. Abdurrahman, sönmez bir ışık hâlinde yakıcı bir kucaklama tesiri yapan bu haris bakıştan ihtiyarsız irkildi, hafifçe kaşlarını çattı ve için için söylendi:
“Kahpe bakmıyor, ısırıyor. Ayağımı denk almazsam iş sarpa saracak!”
Kumandan, karısının ayrılması üzerine düzme Dimitriyos’a emir verdi:
“Bahçede yatıp kalkarsın, bahçıvana yardım edersin. Ekmeğin aslan ağzında kaldığı günlerdeyiz. Bir ye, bin şükret, işine mukayyet ol!”
Üç beş dakika sonra bir uşak, Kara Abdurrahman’ın önüne düşmüş ve onu yamak olarak yanında çalışacağı bahçıvana teslim etmişti. Büyücek ve şık bir evi dört taraftan kucaklayan bahçe, delikanlının hoşuna gitti. Renk renk çiçekler, büyük küçük birkaç havuz, göz okşayıcı kameriyeler, keyif ehli kumandanın iyi yaşadığına şehadet ediyordu.
Beyaz sakallı bahçıvan, kendi eline ve emrine bırakılan genç köylüyü şöyle bir süzdü.
“Hoş geldin arkadaş.” dedi. “Çiçekten anlar mısın?”
“Hayır!”
“Kadından?”
“Hayır!”
“O hâlde arkadaşlığımız az sürecek. Bu bahçeye gelen erkek yeni yeni çiçekler yetiştirmeyi ve onları yerinde, zamanında evin madamına takdim etmeyi bilmeli. Hünerin tükendiği gün rızkın da kesilir. Senin rızkın galiba bugünden kesik!”
“Ben