M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

gece eline bir çiçek vereceğim, madama hoş görünmeni kolaylaştıracağım.”

      “Anlamadım usta. Bahçede çalışmakla madama çiçek götürmek arasında ne münasebet var? Beni çalıştıracak sensin, madam ne karışır?”

      “Bunu bu gece değilse bile yarın gece anlarsın. Dimetoka muhafızının saraylarında imrahorun vazifesi atlara bakmak değildir. Aşçının işi yemekle uğraşmak değildir. Bahçıvan yamaklarının kârı çiçek yetiştirmek değildir. Kâtibin borcu yazıyla oyalanmak değildir. Bunların hepsi sırayla, nöbetle ve gelişigüzel Madam Mari’yi eğlendirmekle mükelleftir. Atlar aç kalabilir. Yemekler yanabilir. Çiçekler solabilir, yazılar unutulabilir. Lakin imrahor, aşçı, bahçıvan yamağı, kâtip, madam cenaplarını memnun etmekte kusur işleyemezler. Çünkü onların hepsi, atlar, tencereler, çiçekler ve defterler için değil, madam için getirilmişlerdir. Nitekim sen de bana yamak olarak getirilmedin, madama hizmet için alındın.”

      “O hâlde beni buraya göndermemeliydiler, içeri almalıydılar!”

      “Sen daha dünyanı anlamamışsın. Kör gözün yanımızda açılacak!”

      “Ne göreceğim?”

      “Çok şey göreceksin ve akıllı bir adamsan bahçıvan yamaklığıyla girdiğin bu evden kudretli bir insan olarak çıkarsın!”

      Kara Abdurrahman tecahül ve tegafül göstermekte devam ederek geveze bahçıvanı biraz daha söyletmek, içine girdiği evin bir kısım esrarını ilk hamlede öğrenip bu bilgiden çıkaracağı kazançları hesaplamak istiyordu. Bu sebeple alık bir köylü tavrı takınarak yalvardı:

      “Beni meraka soktun usta. Bu ev tılsımlı mıdır, madamın perilerle akrabalığı mı var, bir donsuz köylüyü nasıl yüceltir? Meryem Ana başı için bana anlat!”

      İhtiyar bahçıvan, göğsünün ak kıllarını karıştırarak gülümsedi.

      “Ayağının tozuyla…” dedi. “bütün bildiklerimi öğrenmeye kalkışıyorsun. Dur bakalım, biraz anlaşalım. Nesin, kimsin, ne çeşit adamsın, daha anlamadım ki…”

      Ve delikanlının eline bir çapa tutuşturdu:

      “Haydi iş başına yavrum. Sohbetin sonu akşama kalsın.”

      Türklük nam ve hesabına dillerde destan olacak bir iş görmek azmiyle tehlikeli bir maceraya atılan cesur delikanlı, mukaddes ülkü uğrunda çapa kullanmaktan değil, gübre taşımaktan da çekinmeyecek kadar fedakârdı. Dimetoka kumandanının bahçesinde adi bir ırgat gibi çalışırken kendi milletine, kendi vatanına bir hizmet yapmış olduğunu, o bahçede savurduğu çapanın her darbesinden Dimetoka Kalesi’nin temellerinde bir yara, bir delik açılacağını düşünerek gözleri parlıyor, yüreğine sevinç doluyordu. Fakat zihninde bir düğüm vardı, neşesini biraz bulandırıyordu. Bu düğüm bir yandan Sevindik’i, bir yandan bahçıvanın sözlerini hatırlatan kuvvetli bir beyin hareketinden doğuyordu. Sipahi Oyvad’ın oğlu ne yapıyordu, ne yapacaktı?.. Bahçıvan daha ne sırlar açacaktı, ne yollar gösterecekti?.. İşte çapasını toprağa sokup çıkarırken bunları düşünüyordu.

      O, kaçak köylüler arasına katılarak Dimetoka’ya gelirken bütün planını Sevindik’in zekâsına ve cesaretine istinat ettirmişti. Bu zeki sipahi yavrusunun kumandan ailesine yanaştırılması, planın ruhunu teşkil ediyordu. Kaleye tırmanmak ve bu suretle dikkat uyandırmak imkânı tesadüfün yardımıyla husule gelmişti. Eğer o netice bu kadar kolay elde edilmeseydi başka çarelere başvurulacak ve Sevindik yine saraya sokulacaktı. Fakat ilk adım umulduğundan çok daha hızlı atılmış bulunuyordu. Şimdi bu adımın plana göre genişletilmesi lazımken önüne bir kadın çıkıyordu. Her şey isteyen ve her şey vadeden bu kadın, mukaddes maksat için elverişli bir alet mi olacaktı, yoksa engel mi?..

      Bahçıvanın ulu orta söylediğine bakılırsa kumandanın karısı maymun iştahlı, ruh bakımından çok aşağı bir mahluktu. Böyle bir ahlaksızla temasa girişmekten hem fayda hem zarar görebilirdi. Çünkü nefsine düşkün olan dişi, pençe attığı erkeğin yakasını kolay kolay bırakmaz. Bu gibi alakalardaysa üzücü bir yapışkanlık vardır. Haris kadın, hırsına sükûn gelinceye kadar âdeta sülükleşir, haz aldığı erkekten ayrılmaz. Hâlbuki Abdurrahman, Sevindik’i idare için hür kalmaya, her türlü tarassuttan uzak kalmaya muhtaçtı.

      Bununla beraber o kadına yanaşmanın faydaları da vardı. Onun dostu, yakını, yastıktaşı olmak, kumandanın can evine el atmak demekti. Bu vaziyetten, şüphe yok ki birçok suretlerle istifade olunabilirdi.

      Kara Abdurrahman, elinde çapa veya kürek, bahçe tarhlarını düzeltirken, şuraya buraya toprak taşırken hep bu düşünceleri geçiriyordu. Binlerce Dimetokalı arasında ve koca bir kalenin içinde kendisiyle Sevindik, geniş bir göle atılmış iki gül yaprağına benzedikleri hâlde hatırına fena ihtimaller gelmiyordu, o gölü, bu yaprakların yavaş yavaş emip yok edebileceğine inanıyordu. Yalnız Madam Mari’ye karşı alacağı vaziyeti kararlaştıramıyordu. Ondan uzaklaşmalı mı, ona yaklaşmalı mı?.. İşte bu mesele kafasında bir düğüm olup bükülüyordu, kıvrım kıvrım kıvranıyordu.

      Bir köşeye çömelen ihtiyar bahçıvan, yeni çırağın çalışmasını tecrübeli gözleriyle tetkik ediyordu. Elli yıldan beri bu işle uğraşmış, birçok kapılara girip çıkmış, sürü sürü çırak değiştirmiş olan yetmişlik adam, bu temaşa sırasında yavaş yavaş dalgınlaştı, bakışlarını delikanlının çelik pazularına dikerek derin derin düşünmeye koyuldu. Bu dalgınlık Abdurrahman’ın, gösterilen işi bitirip de yanına gelmesine, “Daha ne yapayım usta?” demesine kadar sürdü ve bu sual üzerine herifin gözleri açılarak dudaklarından kısa bir cevap döküldü:

      “Artık konuşalım!”

      Şu iki kelime, Abdurrahman’ı için için sevindirmişti. Fakat herifi gevezeliğe biraz daha hırslandırmak için nazlandı:

      “Kollarım…” dedi. “henüz yorulmadı usta. İş gösterirsen çalışırım.”

      Bahçıvan, manalı manalı ve derin derin, çırağını süzdü:

      “Seni yormaya çalışırsam ben yorulurum. Nazlanma da yanıma gel, biraz çene çalalım.”

      Ve Abdurrahman yanına gelince iki elini birden yakaladı, gözlerini delikanlının göz bebeklerine dikti:

      “Dimitri!” dedi. “Sana bir şey soracağım, doğru cevap verir misin?”

      “Elbet veririm.”

      “Yemin et!”

      Kara Abdurrahman istavroz çıkardı, birkaç da yemin kelimesi mırıldandı. İhtiyar, tereddüt gösteriyor, düşünüyordu. Biraz sonra, o yaşta insanların ekseriya gösterdikleri tecellüt tavrını takındı.

      “Senin anan nereli?” dedi.

      “Ganoslu!”

      “Hiç karşı yakaya gitmiş miydi?”

      “Belki gitmiştir, belki gitmemiştir, bilmiyorum. Anam öldüğü zaman ben küçüktüm.”

      “Allah ananın günahlarını bağışlasın, babana da rahmet etsin. Birinden şüphe ediyorum, birine acıyorum.”

      “Neden?”

      “Sen Bizans çocuğu değilsin.”

      Kara Abdurrahman gürültülü bir kahkaha kopardı:

      “Bu nasıl söz usta. Ben Bizanslı değil de Türk müyüm?”

      “Ananın bizden olduğuna şüphe yok. Fakat babanın Türk olduğuna yemin ederim.”

      “Anama iftira ediyorsun usta. Gücüme gidiyor.”

      “Gücüne