M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

tanımaktan ibaret olan totemizm, yavaş yavaş yerini paganizme bıraktı ve o vakit bir marangozun, bir heykeltıraşın yaptığı putlara, yapanlar da beraber olmak üzere, kütle kütle insanların taptığı görüldü.

      Efsaneler devri, paganizme bağlıdır ve o dalalet manzumesinin parlak bir sayfasıdır. Lakin zaman geçtikçe o devrin de cazibesi söndü, “Allah birdir!” akidesine dayanan dinler zuhur etti. Bütün bu istihaleler, bu değişiklikler arasında kâhinlik, sihirbazlık, üfürükçülük, cincilik de devir devir insanların idrakine ve imanına tesirler yaptı, bugünkü ispirtizma şarlatanlığı da o istihalelerin son şekillerinden biridir. Kirden bit çıktığı gibi, cehlin beslediği vehimlerden de münasebetsiz akideler türer. Bu batıl görüşler ve inanışlar arasında Orta Çağ idrakine hâkim olan şekil, “iyi ve fena ruhlar” akidesidir. Üfürükçülük, sihirbazlık da o itikada bağlı olan kazançlı sanatlardır. Güneşte, ayda, fırtınada, yıldırımda rabbani bir mahiyet gören eski insanlar gibi, Orta Çağ halkı da her hadise ve her vakıada, hastalıklarda ve iyiliklerde ruhi bir mahiyet buluyorlardı. Ölülerden yardım ummak işte bu görüşten ileri gelmedir. O devirde ölülerin diriler üzerindeki nüfuzu pek mühimdi. Krallardan, imparatorlardan ziyade izi, tozu kalmamış, toprağa karışmış insanlardan korkulurdu.

      Bu sebeple, kameriyede işitilen sesten Madam Mari’nin korkması, titreye titreye yerlere kapanıp Aya Maryalardan merhamet dilenmesi gayet tabiiydi. Fakat ihtiyar bahçıvanın bu hikâyeye inanmaması garipti. Yaş ve fikir seviyesi, onun Mari’den daha derin bir kanaatle bu hadisenin doğruluğuna inanması ve büyük ruhların o gece galeyana gelerek günahkârları telin ettiklerine iman getirmesini icap ederdi. Hâlbuki o, tereddüt gösteriyordu ve bu işte oyun olduğunu söylüyordu.

      Abdurrahman, ustasının gösterdiği şüphelerden hoşlanmamakla beraber sesini çıkarmadı, kısa bir düşünceden sonra yatağına uzandı, horlamaya başladı. İhtiyar da onunla beraber gözlerini kapamıştı, rüyalar görmeye girişmişti.

      Onların bu sessizlikleri, bu müsterih dakikaları yarım saatten fazla sürmedi, basit kulübenin içinde bir gürültü başladı. Nereden çıktığı belli olmayan bir ses, boyuna haykırıyordu:

      “Yani, kalk. Aya Yani’yi dinle!..”

      İlkin boğuk boğuk başlayan bu ses, gittikçe açılıyor ve kulübenin zayıf duvarlarında sezilecek kadar kuvvetli sarsıntı husule getiriyordu. Adı haykırılan Yani, ihtiyar bahçıvan, önce aldırış etmedi, rüyada bir şeyler işittiğine zahip olarak tahta kanepe üstünde yan döndü, yine uyumak istedi. Lakin amir ses yine gürledi:

      “Yani, kalk. Aya Yani’yi dinle!..”

      Bahçıvan, adını taşıdığı din ulusundan başlayarak, ne kadar aziz varsa hepsine ağız dolusu küfür basmak ve sakatlanan uykusuna tekrar kavuşmak azmiyle gözlerini sımsıkı kapadı, dişlerini gıcırdattı. Fakat “Kalk, Yani. Yoksa kül olursun!” tehdidi, kelimeden yapılmış bir çimdik gibi kulaklarını incitince yerinden fırladı, yatağı içinde dizüstü gelerek etrafı, bön bön dinlemeye koyuldu.

      Kapkaranlık kulübede Abdurrahman’ın iri vücudu kümelenmiş siyah bir gölgeyi andırıyordu ve delikanlının horultusu karanlığın göğsünden çıkıyormuş gibi garip tesir yapıyordu. Yani uzun bir lahza, yamağının yattığı kanepeye baktı, onun hiç falso yapmayan burun bestesini dinledi ve uykusunu darmadağın eden seslerin kulak yanılmasından ibaret olduğuna hükmetmek istedi. Uyumadan önce dinlediği hikâyenin böyle bir netice doğurduğunu sanıyor, içine düşen telaştan yavaş yavaş sıyrılıyordu.

      Bu zehapla o, enikonu rahatlaşırken kulübe yeni baştan inledi:

      “Yani, kalk. Aya Yani’nin emirlerini dinle!”

      Kelimeler o kadar açık, ses o derece amirdi ki, bir iki saat evvel ölülerle eğlenmek, üç beş dakika evvel de kilise büyüklerine sövmek cesaretini göstermiş olan ihtiyarın bütün kabadayılığı sarsıldı, eli ayağı titremeye başladı. Şimdi, yamağının sözlerine inanmadığından dolayı, Ortodoks evliyanın gazabına uğradığına iman getirmek üzereydi. Bu sebeple istavroz çıkarıp özürler dilemeye girişti.

      O, kekeleye kekeleye tövbeler ederken Aya Yani’nin derinlerden yükselen sesi yine devam diyordu:

      “Aya Sergiyos, Aya Lavreziyos, Aya Nikola, Aya Teklis, Aya Andre beraberimdedir. Aya Anastasya, Aya Teodosya, Aya Teofano, Aya Marya da yanıma gelmek üzere bulunuyorlar. Git, ev sahiplerine söyle. Yarın bütün Dimetoka halkı kale dışında toplansın. Miskler, amberler yakılsın. Şehrin en güzel çocuğunun eline iki kılıç verilsin, iki de at donatılsın. Bu atların yanına bir büyük haç dikilsin. Halk, tam zeval vakti yere diz çöksün. Dualar okumaya başlasın. Meryem’in ruhu o dakikalarda Dimetokalılara tecelli edecek ve bu ruh, kasabanın kıyamet gününe kadar Türk eline düşmeyeceğini lütfen müjdeleyecektir.”

      İhtiyar Yani, yetmiş senelik hayatında bu kadar sert, bu kadar tesirli bir ses işitmemişti. Adreyanos muhafızını bir kirli paçavra gibi evire çevire kale burcundan atan Hızır Bey’in heybetli sesini bile bu emirleri veren meçhul ağızdaki korkunç ahenge nispetle hafif ve zayıf buluyordu.

      Bu sesin, şu haysiyetle ilahi bir ağızdan, beşerden üstün bir mahlukun dudaklarından çıktığına şüphe edilmemek gerekti. Verilen emir ise basit bir kulübeye bir sürü evliya ruhunun dolduğunu gösteriyordu. Zaten bütün Bizans âlemi, yakın bir günde gökten inecek bir meleğin bütün Türkleri derleyip toplayıp Asya’ya, İran dağlarının arkasına atacağına iman besliyordu. Bu meleğin hangi tarihte ve hangi kasabaya ineceği meçhul olmakla beraber mucizenin mutlaka vuku bulacağına inanılıyordu. İhtiyar Yani de bu hikâyeleri, bu masalları dinleyenlerden ve belleyenlerdendi. İşte, yanında dört aziz bulunduğunu ve dört azizin de gelmek üzere olduğunu söyleyen Aya Yani Hazretleri, yıllardan beri kulaktan kulağa fısıldanan bu semavi ümitlerin bir hakikat ifade ettiğini müjdelemiş oluyordu. Demek ki Türklere karşı bütün Ortodoks evliya artık seferber olmuşlardı. Bu, Bizans âlemi için büyük bir beşaretti.18

      Fakat ufak bir nokta, o dakikadaki sersemliğine rağmen, ihtiyar bahçıvanı düşündürüyordu: Aya Yani Hazretleri’nin koca Dimetoka’da haberci olarak kendisini seçmesindeki sebep neydi?.. Bu büyük aziz, doğrudan doğruya Dimetoka kumandanıyla görüşemez miydi?

      En muhterem evliyadan olan bir zatın, Bizans merasimini bilmesi, daha doğrusu, asıl Bizanslıların teşrifata pek düşkün olduklarını düşünmesi lazım gelmez miydi?.. Bir bahçıvan ağzıyla verilecek haber, Aya Yanilerin değil, daha büyüklerinin de namına olsa, devletlilerce belki dinlenmeyebilirdi. Dişili, erkekli muhteşem bir maiyetle şu basit kulübeyi teşrif eden aziz hazretleri bu cihetleri niçin düşünmüyorlardı?

      Bahçıvanın bu yakışıksız ve günahkâr düşünceleri evliya takımına malum olmuş olacak ki kaynağı meçhul ses gene belirdi:

      “Cahil ihtiyar, düşünme. Hemen kalk, ev sahibine emrimi söyle. Mesih’in sevgili köleleri olan bizler, onun yanına gitmeyiz, onunla doğrudan konuşmayız. Çünkü o, mücrimdir. Nefsine düşkün bir asidir. Karısı da kirlidir. Ancak yarınki tecelli şerefine onların işledikleri günahları da unutmak istiyoruz. Haydi durma, vazifeni yap!”

      Şimdi ayak sesine benzemeyen, fakat bir kalabalığın yürüdüğü zehabını uyandıran tuhaf bir patırtı kulübeye yayılmıştı. Evliyanın kendilerine mahsus bir yürüyüşle uzaklaştıkları anlaşılıyordu ve kulübede Abdurrahman’ın horultusundan başka bir ses duyulmuyordu.

      İhtiyar Yani, terli alnını silerek ayağa kalktı. Yüksek ve mukaddes ruhlar tarafından omzuna yükletilen büyük vazifeyi ne suretle yapacağını, hele hovardalığa gitmeyip de evinde ise azametli efendisini uykudan nasıl uyandıracağını düşünmeye daldı. Kale muhafızı, kıyametler