M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

ki iş ciddi?”

      “Öyle!”

      “O hâlde tertibat alalım. Bahçıvanı da dinleyip işin nasıl başladığını öğrenelim.”

      O, azametine indirilen silleyi bir türlü hazmedemiyordu. Bahçıvan yamağının oda kapısını kırması, kendisine en ağır kelimelerle hitap etmesi, hele şimdi, sinirlerini altüst ediyordu. Gerçi işitilen ses ve Mari’nin hikâyesi, Dimitriyos’un evliya namına hareket ettiğini gösteriyordu. Buna rağmen çok kızgındı.

      Nefislerine karşı mahcup kalanların bu iç utancını gidermek için başkalarına kızdıkları ekseriya görülür. Dimetoka kumandanı da suikasta uğradığını sanarak Dimitriyos’a yalvardığından dolayı utanıyordu ve bu utanmanın hıncını yine Dimitriyos’tan çıkarmak istiyordu. Fakat düşüne düşüne, adımını tarta tarta hareket etmeyi de unutmuyordu. Çünkü ortada bir evliya meselesi vardı ve bu mesele üzerinde durmak zaruriydi. O, hurafelere bel bağlamak âdetini seve seve muhafaza eden bir milletin elebaşlarından bulunmak sıfatıyla evliya hikâyelerine değer vermezlik yapamazdı. Ters bir iş görüp de onların yahut onları benimseyen halkın hışmına uğramak işine gelmiyordu.

      İşte bu sebeple ilkin bahçıvanı görmeye karar verdi. Eğer ihtiyar aynı şeyi söylerse ve Dimitriyos’un evliya tarafından gönderildiğini teyit ederse sinirleri biraz yerine gelecekti. Zira o vaziyette Dimitriyos’un yaptığı kaba ve küstah iş hakaret olmaktan çıkacaktı. Şayet bahçıvan yamağının sözü, kendi rivayetinden ibaret kalırsa o vakit asacaktı, kesecekti!

      Herifçeğiz pek fazla sersemleştiği ve aynı zamanda sinirlendiği için mülahazalarındaki sakatlığın farkında değildi. Öyle ya, Bahçıvan Yani, maceradan habersiz görünmekle, karısının ve bizzat kendisinin işittiği heybetli sesler kıymetini mi kaybedecekti? Sırrın anahtarı asıl bu seslerdeydi. Fakat o, zorla odasına giren ve bir imparator çalımıyla konuşan bahçıvan yamağından öç almak hırsıyla ne düşündüğünü bilmiyordu. Hele yarı çıplak delikanlının önünde titrediğini, diz çöktüğünü ve yalvardığını hatırladıkça düşüncelerindeki dardağanlık büsbütün ziyadeleşiyordu.

      Mari, kocasının kafasındaki fırtınalarla ilgili değildi. Dalgındı, yürekçe bir hercümerç içindeydi. O, gelip geçici bir aşka layık gördüğü sayısız erkek gibi Dimitriyos’u da şöyle bir okşayıp unutacaktı. Lakin delikanlının, ilahi himayeler altında, yüzüne gelen asil ifadeleri, endamında beliren ihtişamı, sesinde tebellür eden mehabeti düşündükçe içine sönmez bir aşk dolduğunu seziyordu ve ömründe ilk defa olarak bir erkek hayalinin göz bebeklerinde taht kurduğunu görüyordu. Bu sezişin ve görüşün acıklı bir cephesi de vardı. Çünkü o, yine ilk defa olarak bir erkeğin kendisine yüz vermediğine şahit oluyordu. Bu hâl, onun ruhunu mihverinden koparıp uzaklara, Dimitriyos’un basit kulübesine götürüyordu ve kendisi, ruhunu bekleyen bir ceset gibi hareketsiz duruyordu.

      Kadın için muamma diyen mütefekkirler vardır. Tabiat kanunlarının özünü teşkil eden teselsül gayesi dişideki cazibe himayesiyle temin olunduğuna, yani tabiat, bütün canlı mahluklarını, istifalar, istihaleler içinde de olsa, çoğalta çoğalta yaşatmak düşüncesini dişiler vasıtasıyla yürütebildiğine göre, kadın, hiç de muamma değildir. Onun anlaşılmaması, anlaşılmak istenmemesindendir. Çünkü taşıdığı başka kuvvetler, başka kudretler izafe edildiğinden o apaçık hayat, tekâmül etmiş mahlukların en mükemmeli olan insanların dişisi bir muamma durumuna düşürülmüştür ve tabiatın o pek şeffaf sayfası yine bu yüzden kapalı yahut karışık sanılmıştır.

      Kadını ne muamma ne de sır dolu bir cihan olarak tetkik etmemelidir. Gülden renk ve koku, rüzgârdan ses ve hareket, güneşten ışık ve sıcaklık beklediğimiz gibi, kadından da ancak cazibe ve incizap bekleyebiliriz! Hâlbuki erkekler ve hele şairler, muharrirler kadında yıldız dolu gökleriyle, binbir çiçek çeşitli bahçeleriyle, mehtaplı veya fırtınalı mevsimleriyle, şelaleleriyle ve kumsallarıyla engin bir cihan bulmak isterler. O derecede ki, hayati hazanların bünyelere getirdiği uyuşukluğu ve buruşukluğu bir kadın bakışının silivermesini beklerler. Ruhi sağırlıklarını kadın sesiyle tedavi etmeye yeltenen hastalar da vardır. Lakin kadın, ne ihtiyarlığı gençliğe çevirecek bir serumdur ne de körlere göz nuru verecek tutiyadır. O, tabiatın kendine yüklediği vazifeyi ifa için dünyaya gelir. Bu yolda muvaffak olmak için de tek bir silaha maliktir: Cazibe!.. Bu ezelî silahı mühimsemeyen erkek, onun en ince hissine, gururuna taarruz etmiş olur. Bu sebeple sevilmeyen değil, fakat güzelliğine, dişilik haklarına hürmet olunmayan kadın, canlı bir tehlikedir. Erkekler işte bu tehlikeden hazer etmelidir!19

      Abdurrahman, yaratılışındaki temizlik dolayısıyla Mari’ye karşı kayıtsız kalmıştı. Bu kayıtsızlığın en açık ifadesi, o güzel kadının cazibesini inkâr etmekti. Mari, bütün kadınlar gibi bu ifadenin zalim belagatini anlıyordu. O hâlde, müteessir olması, Abdurrahman için tehlike teşkil edecek bir vaziyet alması icap ederdi. Bunu niçin yapmıyordu ve beğenilmeyen her kadın gibi niçin isyan etmiyordu, feveran göstermiyordu? Hatta sakin kalmakla iktifa etmeyerek bahçıvan yamağını niçin iştiyakla düşünüyordu?

      Bu, Abdurrahman’ın kayıtsızlığını, kendi gururunu okşayacak surette tefsir etmesinden ileri geliyordu. Onun zu’münce20 evliyaların müdahalesi olmasa Abdurrahman da bütün selefleri gibi mutlaka ayaklarına kapanacaktı, topuklarını bayıla bayıla koklayacaktı. Bunu yapmaması, yapamaması, hep evliyaların yüzündendi. Mari, işte bu düşünceyle, hiddetini, kinini evliyalara tevcih ediyordu ve Abdurrahman’ın gönül gıcıklayan bakışlarını düşünürken evliyalara lanet okuyordu.

      Prens cenapları yüzünü yıkamadan giyinmişti, karısına veda etmeye hazırlanıyordu. Mari’nin çok dalgın olduğunu görünce duraladı, o güzel çehreye yayılan elem gölgelerini seyretti. Acaba karısının fasit düşünceler geçirdiğini seziyor muydu?.. Bu her erkek için esefle söylemek lazım, mukadder olmayan bir saadettir. Erkekler, başka çehreleri düşünerek dalgınlaşan kadın gözlerinde kendi yüzlerini görecek kadar gafillerdir. Fakat Dimetoka kumandanı, her erkekten de fazla bir şeydi. Bu sıfatla karısının göz bebeklerinde bir düzine erkeğin halkalandığını görse telaş etmezdi. O günse müstesna bir vaziyet taşıyordu, kafası karmakarışıktı. Bu sebeple karısının dalgınlığını şu veya bu sebeple affetmedi, sadece seyretti ve sonra elini onun omzuna koydu.

      “Ben…” dedi. “bahçeye iniyorum. Dimitriyos’un dedikleri sahih çıkarsa halkı hazırlatacağım. Sen de ona göre davran, bakalım ne göreceğiz.”

      Bahçıvan, bire on katarak, bildiklerini söyledi. Kendisine köpek muamelesi yapan efendisinin köpekleştiğini görmek geveze ihtiyar için yüksek bir haz vesilesi oluyordu. Çapaklı gözlerini yumarak, salyalı ağzını açarak, Eksenofon masallarını kıymetsiz bırakacak bir talakatle gördüklerini anlatıyordu.

      “Gördüklerini” diyoruz. Çünkü bahçıvan, evliyaların yalnız seslerini işittiğini söylemiyordu, kendileriyle yüz yüze geldiğini iddia ediyordu. Onun hikâyesine göre, evliyalar, nurani kaftanlar içinde düpedüz kendisine görünmüşlerdi.

      Hepsinin boyu birdi, aralarında uzunluk ve kısalık yoktu. Fakat sesleri ve pabuçları başkaydı.

      İhtiyar, efendisinin sersemliğinden aldığı hazla, istihzasını biraz daha ileri götürerek evliyaların gökten atla indiklerini söylüyordu ve kulübenin dışında bu atların kişnediğine yemin edip duruyordu. O, bir hayli uzun süren yalanlarını bitirdikten sonra kollarını kavuşturdu.

      “Çok yalvardım…” dedi. “Aya Yani’nin elini bırakıp ayağını öptüm. Aya Mari’nin pabuçlarına yüz sürdüm. Zatıalinizi gece yarısı rahatsız