M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

gelip sizi rahatsız edemezdim. Benim efendim, onlar değil sizsiniz. Ben onların bahçesinde bulunmuyorum, sizin bahçıvanlığınızı yapıyorum. Onun için çarpılmayı, köstebeğe çevrilmeyi göze alıp son sözü söyledim: ‘Beni efendime karşı terbiyesiz mevkisine koymayınız. Burası yeryüzüdür. Göğe benzemez. Küçük, küçüklüğünü; büyük, büyüklüğünü bilmelidir.’ dedim. Aya Andirya beni silleleyecek, zorla yanınıza gönderecek oldu. Fakat sizden, fazla bir hararetle bahseden dişi evliyalar, şefaat ettiler, evliya sillesi yemekliğimin önüne geçtiler. Nihayet uzlaştık, sizi uyandırmak vazifesini Dimitriyos’a yükledik!”

      “O da evliyalarla yüz yüze geldi mi?”

      “Hayır. Evliya efendiler ve evliya hanımlar onunla perde arkasında konuştular!”

      Prens, Eski Yunan masallarından bir parça dinliyormuş gibi hayran hayran bu sözlere kulak verdi ve ihtiyar susunca düşünmeye daldı. Vehmî veya mürettep bir hadiseyle karşılaşmış olsa dahi halkın yüreğini pekleştirmek, Türk korkusuyla için için titreyen Dimetokalılara manevi bir kuvvet aşılamak için iyi bir fırsat elde ettiğini sezinliyordu. Şu hikâyelere inanmakta mahzur yoktu, fayda vardı. Hatta inanmamaktan tehlike çıkabilirdi. Bu sebeple o da inanmayı yahut inanmış görünmeyi tercih etti. İşin içinde bir düzen varsa ilk fırsatta meydana çıkarmak şartıyla evliya güruhuna külah sallamayı tasarladı.

      Yalnız bir nokta zihnini gıcıklıyordu: Tellallarla, kilise çanlarıyla halka verilecek şu mühim haber, sonunda yalan çıkarsa ne olacaktı?.. Halkın yüreğini kuvvetlendirmek, kasabaya bir emniyet havası getirmek için Meryem’in geleceğini söylemek kolaydı. Cahil Dimetokalılar bu müjdeye ve bir sürü evliyanın kumandanla görüştüğüne inanmakta tereddüt göstermeyeceklerdi. Fakat Meryem gelmezse?.. Prens cenapları bir müddet de maslahatın bu cephesini gözden geçirdi ve kendini tatmin edecek bir neticeye varamayınca sinirlendi. “Aman sen de! Meryem gelmeyecek olursa ‘İşi çıktı, özür diledi.’ deriz, sürüyü kasabaya çeviririz!” dedi, hızlı hızlı yürüdü, kulübeden uzaklaştı. İhtiyar bahçıvan, çalımı yüzde doksan eksilmiş olan efendisinin arkasından mırıldanıyordu:

      “Şu işe o da inandı, ben de inanıyorum. Lakin Türk atlarının sesi işitilen yerlerde Bizans evliyası nasıl dolaşır? İşte burayı anlayamıyorum!”

      Yarım saat sonra Dimetoka’nın dişisi erkeği, çoluğu çocuğu büyük kiliseye dolmuşlardı. Prens, minimini kartal resimleriyle süslü mavi harmanisini, aynı resimlerle bezenen mavi pabuçlarını giyerek, başına küçük hacimde bir taç geçirerek ön safta yer almıştı. Mari, şık bir tuvaletle, fakat düşünceli bir yüzle kocasına refakat ediyordu. Sevindik’le küçük prens Emanoel de onların yanı başlarında bulunuyorlardı.

      Papazlar, muhterem kumandanın söylediklerine tereddüt göstermeden inanmışlardı. Onlar için din her şeydi ve din uluları her şey yapabilirlerdi. Zaten vazifeleri bu boş kanaati yaşatmak, ölülerin dirilere hâkim olduklarını halka kabul ettirmeye çalışmaktı.

      Ellerine, kilisenin tahakkümünü kuvvetlendirecek yeni bir fırsat geçince ve hükûmetin de kendi saflarında yer aldığını görünce hemen şevke gelmişlerdi, paçaları sıvamışlardı, çanları öttürerek ve eteklerine ıslık çaldırarak nutka hazırlanıyorlardı.

      Büyük kilise, bir katre daha alamayacak kadar dolan bir kâseye benzedikten sonra başpapaz ayağa kalktı, söze başladı:

      “Allah, Beni İsrail’e gazap ettiği gün Amos Peygamber’in ağzıyla şöyle buyurdu: ‘Kurban sofrasının üzerindeki boynuzlar yere atılacak, mazgallı saray yıkılacak, fildişi tahtlar parçalanacak!.. Bayramınızdan iğreniyorum, kurbanlarınızdan iğreniyorum, ilahilerinizden iğreniyorum. Artık sazlarınızı işitmek istemiyorum. Sesinizi duymak istemiyorum, yüzünüzü görmek istemiyorum. Akıbetiniz erişmiştir. Cezanızı vereceğim ve gazabımın size eriştiği gün mabetlerinizin kubbelerinde yalnız feryat çınlayacaktır!’ Ey Dimetokalılar!.. Siz de günahkârsınız. Siz de Rabb’inizi unuttunuz, kiliseye hürmet etmez oldunuz. Yanımıza gelmiyorsunuz, ayağımıza kapanıp mağrifet dilenmiyorsunuz. Fısk içinde, fücur içinde, gaflet içinde yüzüyorsunuz. Ben de size Amos Peygamber’in sözlerini tekrar edecektim. Çünkü tehlike yaklaşıyordu. Lakin içinizde masumlar da var. Baba, Oğul, Ruhülkudüs işte o masumlara acıdılar, Dimetoka’yı himaye altına aldılar. Dün gece Aya Andriya’yı, Aya Sergiyos’u, Aya Lavzariyos’u, Aya Nikola’yı, Aya Yani’yi, Aya Teklis’i, Aya Anastasya’yı, Aya Teodozya’yı, Aya Ofani’yi, Aya Marya’yı şehrimize gönderdiler. Hristiyanlığın bu dokuz azizi, dinimizin bu dokuz ulusu, cennet ahırlarından seçtikleri atlara binerek sevgili prensimizin bahçesine geldiler, kendisiyle uzun uzun görüştüler. Sizin himayeye layık olduğunuzu prens hazretleri de lütfen teyit ettikleri için, yine göğe çıkıp icap edenleri gördüler ve sonra döndüler. Meryem’in bugün tam zeval vakti Dimetoka önündeki büyük tarlayı teşrif edeceğini müjdelediler. Biz bu gece kilisemizde birtakım ışıklar, gölgeler dolaştığını görmüştük. Meğer evliya efendiler ve evliya kadınlar kasabayı şereflendiriyorlarmış. İşte size de haber veriyoruz: İki üç saat sonra gözlerinizle Meryem’i göreceksiniz, kulaklarınızla onun sesini işiteceksiniz!”

      Üstü altını tutmayan bu nutuk üzerine halkın gösterdiği coşkun sevinç gerçekten hayrete değer bir şeydi. Kadınlar “Anamız geliyor!” feryadıyla erkeklerin boynuna sarılıyorlardı. Delikanlılar “Ne bahtiyarlık ya Rabbi!” naralarıyla kızları kucaklıyorlardı. Koca kilise buse şakırtısı içinde inliyordu. Öpmeyen dudak ve öpülmeyen yanak yoktu.

      Papazlar bu çılgın sahneyi, imrene imrene bir müddet seyrettiler. Sonra halkı sükûta davet için el çırptılar, çan çaldılar, avaz avaz haykırdılar. Fakat halk, Meryem’in teşrifi müjdesini, İsa’yla bütün azizlerin resimleri önünde, prensle karısının ve papazların karşısında, alabildiğine tesit edip gidiyordu. Nihayet yoruldular ve başpapazı dinlemeye razı oldular.

      Rahip efendi, halkın sevincine bol öpüşler alıp vermek suretiyle iştirak edemediğinden dolayı biraz sinirliydi ve sesine sitemli bir eda bulaşmıştı.

      “Kızlar, delikanlılar! Kadınlar, erkekler!” diyordu. “Meryem Ana böyle karşılanmaz. Müjdemi işitir işitmez istavroz çıkaracaktınız, yüzünüzü yerlere sürecektiniz, şükran yaşları dökecektiniz. Hâlbuki siz, kiliseyi düğün evine çevirdiniz. Bunu ben beğenmedim, Meryem de beğenmeyecektir. Onun için nedamet getiriniz, diz çöküp secde ediniz, af dileyiniz.”

      Halk, “Meryem, Meryem!” sayhasıyla yerlere kapandılar, yanık yanık hırladılar, hatta ağladılar. Bu gözyaşları deminki çılgınlığın yüzlerde, dudaklarda bıraktığı izleri silen bir su oldu, çehreler tabii rengini aldı, kulaklar tekrar başpapaza dikildi. O, hikâyesine devam etti:

      “Biliyorsunuz ki bir Türk akını vardır. Bu tehlike ırmağı ne set tanıyor ne duvar. Köyleri, kasabaları, şehirleri birer birer yıkıyor. Dağlar bile bu alev dalgalı ırmağın önünde boyun kırıyor, yol veriyor. Bizler, biz papazlar, Mesih’in sadık hizmetkârları, yıllardan beri fal açıyoruz, murakabe geçiriyoruz. Türk’ün akıbetini ve bizim akıbetimizi anlamaya çalışıyoruz. Ayasofya patriği de dâhil olduğu hâlde kilise mensuplarının şimdiye kadar elde ettikleri iki keşif vardır. Bunlardan biri, sizce de malum olduğu üzere, Türklerin Boğameydanı’nda ceza göreceklerine dairdi.22 İkinci keşif de bir melek tarafından getirilecek kılıca aitti. Bu keşfe göre bir gün o melek, elindeki semavi kılıçla İstanbul sokaklarını dolaşarak Konstantin sütununa gidecek ve sütun dibinde oturan bir gence kılıç vererek, ‘Yürü, korkma!’ diyecekti. İlahi ümmetin (Bizanslılar demek istiyor.) intikamını almaya memur edilen o delikanlı da Türklere hücum edip onları İran hudutlarına kadar sürecekti.