Meryem’in tecellisi Dimetokalıların hayatıyla, necatıyla ilgili idi. Duyduğunu, işittiğini söylemediği takdirde başına umulmaz belalar geleceğinden şüphe yoktu.
İşte bu sıkıntılı durumda gözüne, horul horul uyuyan Abdurrahman çarptı. Onun, hayli uzun süren semavi hitabeleri ve hele o ayrılış patırtılarını işitmemesi tuhafına gitti. Kendisini ağır uykusundan uyandıran, ilkin titretip sonra terleten sesleri genç yamak duymamış mıydı?.. İhtiyar bahçıvan, başını kaşıya kaşıya, bıyıklarını kemire kemire, bu garip hâleti tahlile girişti. Kulübeyi teşrife tenezzül eden büyük ve gürültücü ölülerin delikanlıyı uyandırmamalarını tuhaf bularak bir hayli düşündü, bir hayli mantık muadelesi kurup çözdü ve sonunda bir tevil yolu buldu: O patırtı ve gürültülerin ancak kendilerine hitap edilen insanlar tarafından duyulabilip başkalarınca hissedilmeyeceğine ve bunun da manevi bir cilve olduğuna hükmetmişti!
Fakat bu hükümden sonra harekete geçmedi. Yamak Dimitriyos’a da şu veya bu azizin kameriyede söz söylediğini göz önünde tutarak, onu yeni vaziyete pek de “namahrem” sayılamayacağına kanaat getirdi, kendisiyle müzakerede bulunmayı tasarlayıp baş ucuna dikildi, dürte dürte uyandırdı.
“Dimitri…” dedi. “Kalk. İşler yaman!”
Kara Abdurrahman kırgın bir sesle homurdandı:
“Ortalık ışımamış usta. Bırak da uyuyayım.”
“Uyku sırası değil çocuk. Meryem Ana geliyor.”
Delikanlı, inanılmaz bir şey işitmiş gibi, yerinden fırladı, birkaç istavroz çıkardı, telaşlı telaşlı sordu:
“Nereye geliyor usta, buraya mı?”
“Gözünü sil, kulağını temizle de anlatayım.”
İhtiyar Yani, kanepesinde dizüstü gelen çırağının yanına oturdu, uykudan nasıl uyandığını, dişili erkekli birçok evliyayı yanına alıp kulübeye gelmiş olan Aya Yani’nin neler söylediğini birer birer anlattı.
“Görüyorsun ya…” dedi. “İş mühim. Şimdi bana akıl öğret. Gidip efendiyi uyandırayım mı uyandırmayayım mı? Uyandırırsam herif terstir. Sözüme inanmaz, rüya gördüğümü sanır, hiddetinden küplere biner, beni bir güzel pataklar, belki de evden kovar. Gitmesem evliya efendiler, evliya madamlar gücenecek. Meryem Ana da öğleüstü gelip kimseyi bulamayacak, darılacak. Sen, akıllı bir delikanlısın, iyi düşün, bana bir çıkar yol göster.”
“Bunun yolu molu yok ki usta. Aldığın emri yerine getirmelisin. Evliya sözü geri bırakılmaz. Efendi, eğer seni dinlemezse pişman olur. Hele kovulmaktan hiç korkma. Aya Yani seni aç koymaz, bir baltaya sap eder. Onun için düşünme, hemen eve git, efendiyi uyandır!”
İhtiyar, dalgın dalgın düşünüyordu. Çünkü göze görünen efendisini, göze görünmeyen evliyadan korkunç buluyordu. Nihayet kafasında bir mülahaza belirdi ve gözleri parladı.
“Dimitriyos!” dedi. “Sen gençsin, kuvvetlisin, dayağa benden fazla dayanırsın. Aya Yani’nin emrini efendiye sen söylesen olmaz mı?”
“Nasıl olur usta? Onlar seni münasip görmüşler, seninle konuşmuşlar, seni kendilerine vekil yapmışlar!”
“Ben de seni vekil yapıyorum. Efendiye bu haberi sen götür!”
“Beni bir güzel dövsün, sonra da kovsun. Öyle mi?”
“Belki döver ama kovmaz. Çünkü madam sana şefaat eder!”
“Haydi hatırın için gideyim, dayağı da yiyeyim. Fakat Aya Yani’yle arkadaşları sana da bana da gücenmezler mi?”
“Neye gücensinler? Sözlerini yerine getiriyoruz. Gönülleri hoş olsun diye dayak yemeyi de göze alıyoruz. Daha ne isterler?”
“Efendiden değil ama ben onlardan korkarım.”
Kara Abdurrahman bu sözü henüz söylemişti ki ihtiyarın pek iyi tanıdığı mahut ses, yine kulübenin duvarlarında belirdi:
“Korkak Yani’yi vekâletimizden azlettik, yerine, ey Dimitriyos, seni nasbettik. Haydi git, prensi uyandır, emrimizi bildir!”
İhtiyar bahçıvan, hayli korkmakla beraber yüreğinde bir sevinç duymaktan da geri kalmadı. Evliyayı gücendirdiğine, küstürdüğüne müteessirdi. Fakat efendisinden dayak yemek ve evden kovulmak tehlikesini Dimitriyos’a ciro edebildiğinden dolayı memnundu. Kilisede tövbe ederek, mum yakarak, papazlara yalvararak bütün günahları gibi şu günahını da affettireceğini umuyor ve müteselli oluyordu. Bu sebeple, ses kesilir kesilmez yamağının yakasına yapıştı:
“Haydi, durma, Aya Yani’yi gücendirmeyelim.”
Biraz sonra, Kara Abdurrahman bahçeye geçmişti, hizmetçileri uyandırarak efendiyi hemen görmeye mecbur olduğunu söylemişti. Durumu gayet ciddiydi, sesi çok kuvvetli çıkıyordu. Hizmetçiler onun bu tavrından enikonu telaşa düştükleri için “Ne var, ne oldu?” gibi suallerle kendisini sıkıştırıyorlardı, sır çalmaya savaşıyorlardı.
O, bütün bu sualleri omuzlarını silkerek cevapsız bırakıyor; itaat telkin eden hâkim bir sesle maksadını tekrarlıyordu:
“Durmayın, efendiyi kaldırın!”
Madamın sırdaşı, aşk oyunlarında yardımcısı olan kız da delikanlının başına toplanan hizmetçiler arasında bulunuyordu. Bu kız, madamın korku içinde titreye titreye yatağa atılışıyla bahçıvan yamağının şu vakitsiz gelişinde bir münasebet tevehhüm ettiğinden, efendiden önce karısına haber verilmesini münasip gördü ve hemen yukarı koşarak, uykusuz gözlerinde bahçedeki hadisenin izleri nemlenen Madam Mari’ye keyfiyeti bildirdi. Sinirleri henüz yerine gelmeyen, duyduğu seslerin akislerini henüz kulağında taşıyan kadın, tıpkı hizmetçi gibi, Dimitriyos’un bu gelişini manalı buldu.
“Tuhaf şey!” dedi. “Bizim esmer güzeli, gecenin bu vaktinde prense ne söyleyebilir?”
“Bilmiyorum madam. Fakat kendisi çok ciddi görünüyor.”
“Onu buraya getir!”
Madam Mari, delikanlının, kocasını görmek istemesindeki sebebi mi merak ediyordu, yoksa başka şeyler mi düşünüyordu? Bu ihtimallerin ikisi de doğruydu. Korku, ancak doğduğu yerde ve demde insanların ihtirasına, iştahına ve her türlü çirkin emellerine galebe eder. Fakat korkuyu doğuran sebeplerin kaybolmasıyla beraber, o ihtiraslar, o iştahlar, yeni baştan canlanır. Bu, cibillî olan fena temayüllerin ölmez mahiyet taşımalarından ileri geliyor. Öyle olmasaydı zabıta sicillerinde sabıkalılar sütunu açılmazdı ve ceza gören suçluların suçlarını tekrar etmelerine imkân bulunmazdı. Madam Mari de bir sabıkalı demekti. İlahi bir tehdit, semavi bir ihtar olarak telakki ettiği mahut sesler önünde büyük bir korku geçirmişken bahçıvan yamağının kapıya geldiğini işitir işitmez yine murdar hülyalara kapılmıştı. Bununla beraber onun, o kirli ve yarı çıplak sevgilinin kocasına neler söylemek istediğini de merak etmiyor değildi. Delikanlıyı odasına getirmekle hem hülyalarını hem merakını tatmin etmiş olacaktı.
Aşüfte âşığın, kirli maşukunu kabul etmesi pek şuh bir sahne teşkil etti. O, nazlı bir hasta gibi yatağına uzanmıştı, saçlarını altın tellerden yapılma bir taç gibi başında toplamıştı, fikirlere zelzele verecek cazibeli bir vaziyet almıştı. Abdurrahman’ın yanına girmesi üzerine elemli bir tebessüm gösterdi.
“Gel Dimitriyos.” dedi. “Beri gel. Dedikleri gibi bir haber mi getirdin, yoksa yüreğini aramaya mı geldin? Eğer yüreğini kaybedip de onu arıyorsan iyi bil ki o, yüreğimin içindedir. Kolay kolay alamazsın.”
Delikanlı kapının önünde, ta eşiğin yanında durdu. Ne o sabah, kale duvarları üzerinde