Скачать книгу

Kumandanın kapıyı açamayacağını anlayınca kaşlarını çattı.

      “Çekilin madam.” dedi. “Bana yol verin. Zevceniz, odalarına izinsiz de girilebileceğini galiba bilmiyorlar.”

      Ve kuvvetli omuzlarını, içeriden sürmeli kapıya dayadı, şöyle bir zorladı. Mari, kocasını da korkusunu da unutmuştu, esmer delikanlının gergin adalelerinin çatırdattığı kapıya ve o çatırdamaları yaratan demir vücuda bakıyordu.

      Kısa, çok kısa bir zaman içinde sürgü söküldü, kapı açıldı. Aynı zamanda kumandan cenapları da yarı çıplak, yatağından fırladı, bağırmaya başladı:

      “Odama zorla giriyorsunuz ha? Demek, bana karşı suikastınız var!”

      Onun bu haykırışı hiddetten değil, korkudandı. Koca prens, kapının zorla açılması ve karısıyla bahçıvan yamağının içeri girmesi üzerine, azametini, çalımını ve kudretine itimadını unutup Bizans tarihinin kanlı sayfalarını hatırlamıştı ve bu hatırlayış onu, korku denilen karanlık âlemin en derin noktalarına sürüklüyordu.

      Dimetoka tekfuru, Bizanslılığın aslını ve geçirdiği değişiklikleri belki bilmezdi. Lakin saray tarihini satır satır bellemişti. Edirne köylerinin birinde doğup ormanlarda çalı toplaya toplaya büyüyen Vasil isimli genç bir Ermeni’nin yolunu bularak saraya girdikten sonra İmparator Mihail’in kız kardeşi Nekla’yı nasıl baştan çıkardığını ve onun yardımıyla Mihail’i öldürüp nasıl tahta çıktığını pek iyi biliyordu. Yine o sarayda İmparatoriçe Teofano’nun Zimiskes adlı bir gençle sevişerek İmparator Fokas’ı ne acıklı şekilde öldürdüğüne de vâkıftı. Karısıyla Dimitriyos’un kapıları kırarak odaya girmeleriyle beraber ilk düşündüğü, düşünebildiği şey, işte bu vakıalardı. Bir bahçıvan yamağının böyle bir cüret gösterebilmesi de başka suretle tefsir olunmazdı. Demek ki Mari, bir Nekla veya bir Teofano’ydu. Dimitriyos da bu güzel yılanın sevki, idaresi altında bir Vasil, bir Zimiskes rolü oynuyordu. O hâlde kendisine İmparator Mihail’in ve Fokas’ın korkunç akıbetleri nasip olacaktı.

      Prens cenapları bir lahzada bunları düşündü ve bu mukayeseleri yaptı. Ondan sonra da karısıyla bahçıvan yamağına tuz ve ekmek hakkından, velinimetlerini öldürenlerin felah bulmadıklarından ve bulamayacaklarından bahse başladı. Ağlamıyordu, fakat sesinde ağlayan gözlerin ızdırabı titriyordu. Yalvarmıyordu, lakin sözlerinde en elemli yalvarışların mahzun ahengi yaşıyordu.

      Zavallı adam, gerçekten perişandı. Daha yirmi saat evvel evine aldığı şu köylü delikanlının kısa bir zaman içinde karısıyla uyuşuvermesini harika sayıyordu. Karısının da bir bahçıvan yamağına bir lahzada gönül vermesini ve uğursuz aşk yüzünden kendisini öldürmeye kadar cüretlenmesini ilahi bir musibet telakki ederek iliğine kadar eza duyuyordu.

      Onun, duvara asılı şık kamçısı, elmaslarla süslü kılıçları vardı. Lakin onlara el sürmek, odasına girenlere saldırmak hatırına gelmiyordu. Yalnız, ulu orta söyleniyordu. Haktan, hukuktan, dünya mesuliyetlerinden, ahiret cezalarından dem vuruyordu.

      Mari, küçük dağları yaratmış gibi davranmaya alışkın kocasının, vaziyeti anlamadan gösterdiği bu gülünç telaşa hayret ediyordu. Fakat Kara Abdurrahman’ın hâli o telaştan da ziyade kendini şaşkınlığa sürüklüyordu. Yırtık gömlekli, çıplak ayaklı delikanlı, bu sahnede ne kadar güzel ve ne kadar heybetli görünüyordu!.. Biraz önce ona, sahte prens, donsuz asilzade filan demişti. Şimdi onun, hakiki prens ve küçük bir kral olan kendi kocasının yanında yükselişine şahit olarak o sözleri söylediğinden dolayı utanç duyuyordu. Bahçıvan yamağı gerçekten muhteşem bir şahsiyet temsil ediyordu: Omuzları, koca bir ülkeyi taşıyacak kadar kavi, gözleri, çelikleri eritecek kadar ateşli, hele endamı, dağlara boyun kırdıracak kadar yüksekti. Mari o kuvvete, o ateşe ve o yüksekliğe karşı ruhunda bir pervane serseriliği seziyordu, kocasının, bu mehabet önünde bütün çıplaklığıyla beliren miskinliğindense iğreniyordu.

      Kara Abdurrahman, şaşkın kumandanın manasız gevezeliklerini bir müddet dinledi ve sonra elini kaldırdı.

      “Efendi!” dedi. “Dırdırı bırakınız, yere diz çökünüz, beni dinleyiniz!”

      Ve Madam Mari’ye döndü:

      “Siz de madam, kocanızın yanında yer alınız, istavroz çıkararak sözlerime kulak veriniz.”

      Kumandan, kudretli uşağın verdiği emri zorla yaptıracağını, odaya giriş tarzından anladığı için tereddüt göstermedi, çıplak dizlerini halıya koydu, karısıyla beraber bir sürü istavroz çıkardı ve ölüm ilanı dinlemeye hazırlanan bir mahkûm heyecanıyla yapılacak tebliği dinlemeye hazırlandı.

      Kara Abdurrahman, uçurumların böğrünü dolduran bir şelale gibi gürlüyordu:

      “Aya Yani Hazretleri bizim kulübeye geldiler, usta Yani’ye, Meryem Ana’nın yarın Dimetokalılara görüneceğini müjdelediler. O, Aya Yani’nin emrini size bildirmeye memurdu. Sizden çekindi, onun üzerine evliya hazretleri ve arkadaşları, kendisini bu vazifeyi görmek şerefinden mahrum ettiler, beni o şerefe layık gördüler. İşte ben vazifemi yapıyorum. Hemen kalkacaksın, giyineceksin, kiliselerde çan çaldırarak, sokaklarda tellal gezdirerek Meryem Ana’nın yarın tam öğleüstü kale dışındaki meydanlıkta tecelli edeceğini halka ilan edeceksin. Meryem Ana, Dimetoka’nın en güzel çocuğuyla konuşacaktır. O çocuğu da hemen seçeceksin, süsleyeceksin, iki donanmış atla meydana götüreceksin!”

      Ve sözlerini bitirdikten sonra sordu:

      “Efendi, inandın mı?”

      “…”

      “Dilini çöz de cevap ver be herif! Anladın mı?”

      “Anladım ve anlıyorum.”

      “O hâlde, ben gidiyorum. Artık burada yerim ve işim yoktur.

      Kumandan, tevehhüm ettiği suikastın mevcut olmadığını görünce geniş bir nefes aldı, hatta biraz da çalımlaştı. Fakat bahçıvan yamağının gür sesinden ve kuvvetli omuzlarından ürktüğü için bir şey söylemedi, onun uzaklaşmasını bekledi. Kendisine küstahça emirler veren ve manasız vazifeler gösteren uşağın ayrılmasıyla beraber giyinecek, askerlerinin yanına gidecek ve dolgun mevcutlu bir müfrezeyle eve dönüp Dimitriyos denilen bu deli uşağı çarmıha gerdirecekti. Aya Yani’nin gelişi onun nazarında maskaralıktan başka bir şey değildi ve Meryem Ana’nın tecellisi işi de gülünç bir delilikti. Lakin o dakikada sözü uzatmak işine gelmiyordu, iri yarı delikanlıdan korkuyordu.

      Kara Abdurrahman kapıya kadar yürüdükten sonra döndü.

      “Hatırıma…” dedi. “bir şey geldi. Buraya girişim biraz tuhaf oldu. Sözlerim de sertti. Fakat bana kapıyı kırdıran, sözlerimi sertleştiren Aya Yani’dir. Ben onun kolunu kullandım, onun ağzıyla konuştum. Affımı dilerim.”

      Mari de kocası da yeni bir hayret geçirdiler. Zira Dimitriyos büyük bir değişiklik içindeydi. Duruşu, bakışı ve sesi başkalaşmıştı. Bu değişikliği, Mari, evliyaların onu bırakıp savuştuklarına, kocasıysa delilik nöbetinin geçtiğine hamlediyordu. Mari, deminki edayı ve sadayı arayarak mahzunlaşırken kumandan neşelendi.

      “Peki peki.” dedi. “Sen kulübene git, gün doğduktan sonra konuşuruz.”

      Abdurrahman, çıplak ayaklarını sürüyerek çıkarken odanın ortasından bir nida yükseldi:

      “Dimitriyos’la değil, Meryem Ana’yla görüşmeye hazırlan!”

      Kumandan, ayağının dibinde bir bulut parçalanmış gibi şaşırdı, sersemledi ve ihtiyarsız, istavroz çıkararak kekeledi:

      “Mari, ne oluyor?”

      Korkusu