M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

ve güç bir yüzüşün yorgunluğunu sanki bu latifelerle gideriyorlardı. Nihayet Kara Abdurrahman, en zeki ve en doğru gören arkadaş sıfatıyla, yoldaşlarını vazife başına çağırdı.

      “Yârenlik yeter!” dedi. “İşimize bakalım. Mademki altı buçuk kişilik olduk, pusu kurmaya, gizlenmeye lüzum yok. Açıktan açığa yürüyelim, şu görünen köye girelim, bir dil (esir) yakalayalım.”

      Oyvad sordu:

      “Dil alıp ne yapacağız?”

      “Karşıya götürüp söyleteceğiz. Beyler ona göre karar verecekler!”

      “Öyleyse sana uğurlar olsun. Biz buraya dönmemek için geldik. Köy mü şehir mi, ne ele geçirirsek bayrağı dikip oturacağız. Ardımızdan gelenleri yeni evimizde ağırlayacağız.”

      “Çocukluk etme Oyvad. Altı kişi bu işi nasıl yapar!”

      “Altı Türk, devlet kurar be! Bilmiyorsan yazık sana!”

      Abdurrahman da adım attıkları şu sahilin gerilerinde dönüp dolaşmak, çeşit çeşit maceralara atılmak istiyordu. Fakat Süleyman Paşa’ya verdikleri sözü unutmak kabil değildi. Oraya onun emriyle ve istikşafta bulunmak fikriyle gelmişlerdi. Bu sebeple kendi düşüncesine, kendi dileğine, kendi iştahına uygun düşen şu mülahazaya karşı koymak zorunda kaldığından içini çekti.

      “Evet, Oyvad…” dedi. “Hakkın var. Altı Türk birleşince yeni bir devlet kurabilir. Lakin biz buraya devlet kurmak için değil, kurulu olan devletimize hizmet etmeye geldik.”

      “İyi ya. O işi sen yap. Bizi de kendi hâlimize bırak.”

      Kara Abdurrahman’ın arkadaşları Balaban da Aygud da şöhretli sipahiye uyuyorlardı, “Geldik, gördük, artık dönmeyiz!” diyorlardı. Babasının sırtında deniz geçmekten pek hoşlanmış olan Sevindik bile geri dönmek sözünden sıkılarak huysuzlanıyor ve Kara Boğa’nın kalın baldırlarını çimdikleyerek mırıldanıyordu:

      “İri emmi, dönmeyelim, beni sayarsan dönmeyelim!”

      Kara Abdurrahman bu müşkül vaziyette bütün talakatini kullandı. Siyasetten, devlet idaresinden, inzibat usullerinden bahsetti. Kendilerinin çetecilik edemeyeceklerini anlattı. İnatçı arkadaşlarını kandırmak için uzun uzun dilbazlıkta bulundu, yüz dereden su getirdi. Lakin Aygud’la Oyvad şöyle dursun, küçük Sevindik’i bile kandıramadı. Onlar bir kere Nuh deyip durmuşlardı, bir türlü peygamber demiyorlardı.

      Kara Abdurrahman, kendi muhariplik duygularına pek uygun gelmekle beraber, mantık bakımından aykırı bulduğu bu inat önünde şaşırmıştı. Arkadaşlarına uymak da uymamak da elinden gelmiyordu. Hâlbuki güneş doğmak üzereydi. Kolayca bir iki esir yakalayıp ve onları denizde önlerine katıp yüze yüze geri dönmek imkânı neredeyse eriyecek ve halkın uyanmasıyla beraber bu işin zorla yapılması lazım gelecekti.

      Münakaşa böyle bir çıkmaz içinde sürünürken Kara Aygud’un gür sesi yükseldi:

      “Susun!”

      Hepsi bu yersiz ihtarın sebebini anlamak için sabırsızlanırken o, haber verdi:

      “Yer oynuyor!”

      Evet, yer oynuyordu. İlk küçük sarsıntıyı Aygud sezmişti ve sarsıntının çoğala çoğala devam etmesi üzerine büyük bir zelzele içinde bulunulduğu anlaşılmıştı. İnce Balaban bir müddet sessiz durduktan sonra dayanamadı.

      “Oynuyor ama…” dedi. “Yine yerinde duruyor. Bir parmak bile ileri, geri gitmiyor.”

      Yer, bu şakacı gence sitem etmek, ağır bir cevap vermek istiyormuş gibi bir kere daha sarsıldı ve biçimsiz şekli sabahın ilk kuvvetli ışığı altında tamamıyla meydana çıkmış olan civardaki köy istikametinden, yıkılma, çökme sesleri işitildi. Şimdi Türkler, yeni güne korkunç tarrakalar7 içinde göz açan mahmur köye bakıyorlardı. Bu küçük ve fakir yurt, gazabına geldiği toprağın zalim sallayışlarıyla âdeta parçalanıyor, yer yer yıkılıyordu.

      Yıkım velvelesini, kısa bir lahza sonra köylülerin çığlığı takip etmişti. Yarı giyimli, yarı çıplak halk, hazin çığlıklar kopararak sahile doğru koşuyorlardı. Ocak ve soy sop bağlarının bu korkunç hadise karşısında dağılıverdiği apaçık görünüyordu. Kocalar karılarını, analar çocuklarını aramıyor ve yatağından fırlayan, çılgın bir telaş içinde köy dışına atılıyordu.

      İnce Balaban, can korkusuyla akıllarını kaybeden bir kalabalığın kendilerine doğru koştuğunu görünce haykırdı:

      “Hazır olun. Bizi karşılamaya geliyorlar!”

      Aygud homurdandı:

      “Geliyorlar ama, ağlayarak!”

      Evlerini yıkan tabiat tekmesi sanki arkalarından şahlana şahlana yürüyormuş ve köy dışında da başlarına bir şeyler yıkılacakmış gibi şuursuz bir koşuşla sahile doğru yuvarlanan karışık kütle, altı Türk’ün heybetli endamını görür görmez duraladı, ağlayan gözlerin yaşı birdenbire kurudu, inleyen dudaklar sustu, yüzlerce insan, taş kesilivermişçesine hareketsiz kaldı. Türkleri börklerinden ve bilhassa yatağanlarıyla palalarından tanıyan köylüler, kendilerini evlerinden, barklarından uzaklaştıran zelzeleyi onların yaptıklarına zahip olmuşlardı. Kumsallar üstünde dimdik duran bu altı Türk, sanki birer volkandı ve bu volkanların, bellerinde kuşandıkları yıldırımlar kâfi gelmiyormuş gibi, bugün ellerine birer de zelzele aldıkları görülüyordu.

      Kara Abdurrahman, her hakikati ve her ihtimali kucaklayan derin bakışlarıyla sahneyi bir müddet süzdü, “Allah böyle istedi.” diye mırıldandı ve sonra görgülü bir kumandan gibi hareket ederek arkadaşlarına vazifelerini gösterdi:

      “Haydi Oyvad, Doğan, Boğa, ileri!.. Biz bu sürüyü eğleriz. Siz köyü tutun!”

      Üç sipahi, elleri palalarında, seğirterek geçerken kadın ve erkek bütün köy halkı diz çökmüşlerdi. Rumeli’nin fatihlerini selamlıyorlardı. Onlar, iki üç yüz kişilik şaşkın kütleye ne müstehzi ne merhametli bir bakış atmaya lüzum görmeyerek köye doğru koşuyorlardı. Sevindik, o minimini Türk de kısa adımlarının müsaadesi nispetinde, heybetli sipahilere ayak uyduruyordu, tabiatıyla geri kaldığı için üç kişilik kıtanın dümdarı8 gibi görünüyordu.

      Kerpiçten yapılma kalesi zelzelenin kuvvetli darbeleriyle baştan başa yıkılmış olan bu sahil köyü, meşhur Çempe idi. Bugün Çanakkale Boğazı’nı geçenler üç sipahinin beş yüz yetmiş küsur sene evvel yıkık kalesinin ayakta kalabilen tek bir kulesine Türk bayrağını asmış oldukları Çempe köyü yerinde Akbaş kariyesini görürler.9

      Köylüler, zelzelenin iliklerine ve şuurlarına verdiği sarsıntıdan sıyrılmışlardı, Türk yüzü ve Türk silahı görmekten ileri gelme yaman bir korkuyla zangır zangır titriyorlardı. Üç sipahinin yanlarından geçişi, gözlerine dolgun mevcutlu bir alay askerin akışından daha uzun görünmüştü. Oyvad’la arkadaşları, hatta dümdarları köye girdikleri hâlde onların ayaklarından çıkan ve zelzeleyi de bastırmış görünen kuvvetli ses, henüz kulaklarında uğulduyordu.

      Dizleri yerde, kolları havada, korkuyla karışık bir tezellülle, put gibi hareketsiz duruyorlardı.

      Abdurrahman, atsız sipahilerin köye girmeleri üzerine arkadaşlarına döndü.

      “Haydi Aygud, Balaban…” dedi. “Sıra bizim.”

      Ve onları yanına alarak ağır ağır ilerledi, Çempelilerin yanına kadar geldi, Bizans diliyle emir verdi:

      “Kalkın,