M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk


Скачать книгу

Nil hurmalıklarından Manş sahillerine koşan bu adamlarla bizim yüzgeçlerimizi mukayeseden kalemimiz teeddüp eder.1 Manş’ı geçmek isteyenler zevale mahkûm bir haz için o zahmete katlanıyorlar. Berikiler mensup oldukları milletin âli emellerini omuzlarında taşıyarak Çanakkale Boğazı’nı aşacaklardır. Manş yüzgeçleriyle ilgili olan sade bir “gün”dür. Çanakkale’yi yüzerek geçenleri tarih seyretmiştir.

      Üç genç Türk ertesi gece Korucuk’ta bulunuyorlardı. Çimenler üzerinde yürüyerek ve ara sıra kır menekşesi, papatya, gelincik toplayarak, tenezzüh edenler2 gibi üçü de müsterihti. İnce Balaban, boyuna Aygud Alp’a takılıyordu. Bir aralık aralarında şöyle bir muhavere geçti:

      “Ayağımı ıslatmamak için ne yapayım? Kuzum Aygud, bir yol göster.”

      “Koynuna sok!”

      “Cambazlığım yok ki dediğini yapayım. Sırtına otursam nice olur?”

      “Ben bu sözün karşılığını yolda veririm.”

      “Niyetin kötüye benziyor Aygud. Şimdiden ocağına düştüm. Su içinde ters bir iş yapma.”

      “Küçük bir gargara gevezeliğe birebir gelir.”

      “Aman kardeş, bana sataşma. Su oynaktır, ayağım kayar, bir yerim incinir.”

      “Dedim ya, tek bir gargara!”

      O gün de üzerlerinde birer yatağandan başka silah yoktu. Onlar, muazzam bir maceraya atıldıklarını bildikleri hâlde gündelik silahlarından başka bir şey almaya lüzum görmemişlerdi. Fakat üçü de Türk yatağanının, Türk elinde çelikleşmiş bir yıldırım olduğunu biliyordu. Ve bu kayıtsızlık o bilişten ileri geliyordu.

      Delikanlılar biraz şakalaştıktan sonra ağırbaşlılıklarını takındılar, kollarını göğüslerine bağlayarak gözlerini karşı sahile diktiler. Ay, hareli ve oynak mantosunu denize bırakıp köpükler içinde yıkanıyordu. Rumeli yakası, gökten uzakta kümeleniyordu. Gök berraktı ve geçilecek deniz, yere süzülmüş koyu esmer renkli bir bulut parçası gibi, yelpazelenen engin bir tarla gibi yavaş yavaş sallanıyordu.

      Ufukta leke, denizde karaltı, hiçbir tarafta ses yoktu. Sanki muhit, denizin bu yaya yolcularını nurlu bir sükûn içinde uğurlamaya hazırlanmıştı. Yahut gözlerini, gelecek günlerin ta ruhuna dikmiş gibi enginlere bakan bu üç kahramana saygı göstermek için her şey ve her şey boyun kırıp sükût ediyordu.

      Delikanlılar uzunca bir müddet bu vaziyette kaldıktan sonra Kara Abdurrahman dalgınlıktan sıyrıldı.

      “Haydi bismillah!” dedi. “Atılalım!”

      Şimdi acele acele soyunuyorlar, elbiselerini dağarcıklarına dolduruyorlardı. İki dakika içinde sade bir donla kalmışlar ve dağarcıklarını sırtlarına, yatağanlarını enselerine bağlamışlardı. Kara Abdurrahman “Su…” dedi. “küçüğün, ekmek büyüğündür. Deniz de bir su olduğu için önce Balaban girsin!”

      İnce kıyım delikanlı ellerini açtı:

      “Allah, Allah, illallah! Baş uryan, göğüs püryan, kılıç al kan. Bu denizde nice balıklar bulunur, soran olmaz. Eyvallah, eyvallah! Kılıcımız düşmana ziyan. Üçler, yediler, kırklar! Aygudlar, Abdurrahmanlar, Balabanlar!.. Şu yüzgeçlerin ruhuna, devranına hu diyelim: Hu!..”

      Balaban, yeniçerilerin gülbankını3 taklit ediyordu. O sırada ilk teşekkül devrini geçirmekte olan bu devşirme asker öz Türk muhariplerce o kadar sevilmiyordu. Hele bu delikanlılar gibi alp oğlu alplar, devşirme kışlalarına adım bile atmazlardı. Şimdi de onların marş gibi kullandıkları gülbankla eğleniyorlardı. Fakat Aygud Alp, arkadaşının daha fazla gevezelik etmesine meydan vermedi:

      “Gir!” dedi. “Vakit geçiyor.”

      Ve eliyle delikanlıyı belinden yakalayarak denize bıraktı. Artık yüzüyorlardı. Yüzücülük maharetten ziyade kuvvet işidir. Mahir olup da kavi olmayan yüzücülerin az zamanda nefesi kesilir, kolları gevşer, ayakları ağırlaşır. Bizim deniz yolcuları hem mahir hem kavi insanlardı. Yüzüşlerinde bir nevi koşu şekli vardı. Her kulaç, kendilerine geniş bir adım kazandırıyor ve arkalarındaki mesafe, saniye başına uzunlaşıyordu.

      İnce Balaban’ın takılmaları olmasa bu kudretli yürüyüşün verimi daha enginleşecekti. Fakat o, ikide bir geride kalarak Aygud’un ayaklarına asılıyor, arada sırada da öne geçerek heybetli adamın boynuna sarılıyordu. Aygud, yürüyüşünü bozmuyor, ayağına yapışıldıkça -iki demir küsküye boş bir zembil asılmış gibi- zahmetsizce delikanlıyı sürüklüyor ve boynuna el atıldığı zaman da sırtındaki dağarcık gerdanından düşmüşçesine kayıtsız görünüyordu. Lakin Abdurrahman, İnce Balaban Bey’in ardı arası kesilmeyen sarkıntılıklarını hoş görmedi ve nihayet çıkıştı:

      “Gün doğmadan denizi aşmazsak emeğimiz boşa gider. Çocukluğu koy da yoluna yürü!”

      Yoluna yürü!.. Bu söz, bu ihtar, Aydos fatihi büyük Abdurrahman’ın mert ve necip oğlunun ağzından ne kadar tabii çıkıyordu!.. O, denizde yüzmüyorlar da karada yürüyorlarmış gibi arkadaşını düz adım atmaya sevk ediyordu. Bu, tamamıyla gösterişsiz ve çok samimi bir sözdü. Cesur delikanlı, gerçekten tabii bir vaziyette bulundukları kanaatindeydi. İnce Balaban da aynı kanaati taşıdığı için hemen cevabı yapıştırdı:

      “Hakkın var arkadaş. Artık oyun yetişir. Hızlı gidelim, yol alalım.”

      Şimdi şakacı delikanlı, çelik kollarını aça aça ve suları yara yara ilerliyor, bir taraftan da kafiyeli sözler uydurup terennüm ediyordu:

      Gönül kerestesiyle bir yeni şehir yap, pazar yap

      İncitme balıkları da her ne istersen var, yap!

      Biraz sonra bu çapkın terane de kesildi. Delikanlılar gittikçe çoğalan bir şevk içinde yüzüyorlardı. Ne başları üstünde pırıldayan ay ne vücutlarını okşayan küçük dalgalar onları ilgilendiriyordu. Gözleri hep ileriye dikili olarak ilerliyorlardı.

      Boğaz, şüphe yok ki, birçok hatıralara maliktir. Kim bilir hangi zelzelenin açtığı bu yarık, iki büyük kıta arasındaki bu hicran gediği, on binlerce yıldan beri sayısız hadiselere şahit olmuştur. Hatta İran şehinşahı Dara’nın oğlundan dayak da yemiştir. O büyük hükümdar, milyonluk ordusunu boğazdan geçirmek üzere kurdurmuş olduğu köprünün yıkılmasından gazaba gelerek denize bin değnek vurdurmuştu. İnsanların şu suretle dayağını da yemiş olan boğaz, derinliklerinde taşıdığı bütün hatıraların başına elbette bu yüzücülerin menkıbesini geçirmiştir. Enselerinde yatağan, sırtlarında dağarcık, şanlı bir ülküyü canlandırmaya koşan kahramanların hikâyesini Çanakkale Boğazı’na baktıkça okumak her duygulu Türk gözü için her zaman kabildir.

      Zaman, azmin oyuncağıdır. Mesafe, iradenin kölesidir. Bizim kahraman yüzücüler de zaman mefhumunu dileklerine ram etmişler, geniş bir mesafeyi topuklarına çiğnetmişler ve denize girdikleri zaman erişilmez gibi görünen karşı yakayı elle tutulacak hâle getirmişlerdi.

      Evet, Rumeli kıyıları artık bütün şekilleriyle görülüyordu. Ay, saatlerden beri seyrettiği bu hamaset4 levhasını başka ufuklara hikâye etmeye gidiyor, son yıldızlar, açıp kapanarak yüzgeçleri alkışlıyor, açığa çıkan sahil, musafaha için açılan bir kucak gibi kahramanları bekliyordu. İnce Balaban, hedefin bu kadar yaklaşması üzerine dayanamadı, kuvvetli bir nara attı:

      “Açıl ulu toprak, biz