Karçınzade Süleyman Şükrü

Seyahatü'l Kübra


Скачать книгу

okulu ve bir sanayi okulu bulunmaktadır.

      Şehirde buluna camilerin en güzeli Ramazanoğulları’nın yaptırdığı Ulu Cami’dir. Medreselerin en eskisi ve büyüğü ise yakınındaki Taşmedrese’dir.

      Hükûmet Dairesi’nin meydanı geniştir. Bu nedenle şeriye, adliye, belediye, posta ve telgraf ve polis daireleri ile birlikte hapishane de dâhil bütün devlet daireleri ve kalemler toplu bir şekilde bu yerdedir. Meydanın yalnızca iki kapısı vardır. Eski vali merhum Ziya Paşa tarafından yapımı üç gün içerisinde tamamlatılan ahşap tiyatro binası da bu meydanda olup belediye dairesinin arkasındadır.

      Eski eserleri arasında tapınaktan kiliseye ve son olarak da mescide dönüştürülen Yağ Cami ile Roma İmparatoru Justinyanus’un Seyhan Nehri üzerine yaptırdığı büyük köprü bulunmaktadır. Kadim Bıtne Kalesi’nin hâlen toprak altında kalmayan temellerinin olduğu yerden başlayarak yirmi iki adet dehşetli kemer ile nehrin doğu sahiline geçmektedir. Bu heybetli köprünün uzunluğu dört yüz zira ve genişliği ise yan yana üç araba geçebilecek ebattadır.

      Çağdaş yapıların en güzelleri idadi mektebi binası, saat kulesi, nehir sahilinden geçen yol üzerindeki modern mimarili evler ve bir örneği nadir olarak bulunan Paşa Hamamı’dır. Abbasi halifelerinden Harun Reşit’in oğlu Me’mun’un tarafından gönderilen ulu gazilerin eliyle fethedilen bu memleket, önceki Sadrazam İzzet Paşazade Halil Paşa sancak mutasarrıfı olduğu Hicri 1285 senesinde meydana gelen büyük bir yangın sonrası şehrin binaları ve mallarında çok büyük maddi kayıplara netice vermiştir.

      Bu yangının ardından şehrin sokakları yeniden düzenlenmiştir. Halep vilayetine bağlı İçel sancağı da Adana’ya eklenerek şehir, kendi adıyla tanımlanan vilayetin merkezi yapılmıştır. Bu şekilde yenilenmesi sonrası Adana Valiliği kendisine verilince merhum Halil Paşa vilayetin idare meclisi üyelerini toplayarak çirkin adları olan “Eşekçi köyü, Gâvur köyü, Boklukoyak köyü” ve bunlar gibi köylerin isimlerini değiştirme çalışması başlatır. Örneğin, Gâvur köyü “Yolgeçen” köyü adını alır. Diğer köylere de yeni adlar verilir.

      Değerlendirme sırası Eşekçi köyüne gelir. Kervanda en sonda kalan eşek adıyla anıldığı için olsa gerek değerlendirmede de sona kalır. Bu köye konuşulurken merhum Halil Paşa “Bu köye eski ismini dolaylı bir şekilde anımsatacak biri isim verilsin.” şeklinde bir şaka yollu bir ifade kullanır. Toplantıda bulunan heyet bu kibar köye Paşanın isteğini karşılayan özel bir isim bulmak için kafa patlatmaya başlarlar. Bu sırada dalgınlık geçiren bir üye olası isimlerden tüyüneaşık köyü, gülemeftun köyü, sütükerih köyü, kabakulak köyü, ebulhumeka köyü gibi eşeklik özelliklerini tavsiye etmeyi aklına getirememiştir. Dalgın bir şekilde birdenbire “Efendim, Haliliye denmesi uygundur.” cümlesini sarf eder. Tabii, kullanır kullanmaz ayakları suya erer ve aklı başına gelir ama iş işten geçmiştir artık. Yaptığı bu yakışıksızlık nedeniyle çok utananan toplantıdaki heyetin de neşesi kalmaz. Herkesin kafası allak bulak olur. Paşa’nın sonu gelmeyen sessizliği toplantının bittiği anlamına geldiğinden heyet hemen dağılır.

      Eşeklerden kurtulamayan bu köy hâlen daha eski ismini kullanmaktadır. Değerlendirme esnasında yine bir budalalık yaşanır korkusuyla isim değiştirme konusu artık gündeme getirilemiyor.

      Adana’nın başlıca tarım ürünleri tahıl çeşitleri, pamuk ve susamdır. Bahçelerinden her türlü meyve ve yemiş çeşitleri bulunmaktadır. Limon, portakal, turunç, nar, şeker kamışı ile birlikte kavun ve karpuz bol miktarda yetişmektedir. Bağları yılda iki kere üzüm verir. Kırkveren adını verdikleri bu çubukların üzümlerinin taneleri iri olsa da güzel bir kokusu ve hoş bir yapısı olmadığı gibi çok posalı, kalın kabuklu, büyük çekirdekli kıymetsiz bir mahsuldür.

      Şehrin iç kısımlarında ürünleri toz hâline getiren un fabrikaları olmasına rağmen kayıklar içine yapılan eski tip değirmenler de hâlen işlemektedir. Bu kayıklar Seyhan Nehri’nin şiddetli akıntısıyla dönen dolapların baş ağrıtan seslerini yükseltmektedirler.

      Bol miktarda üretilen keteni kabuk ve çekirdeğinden ayıran makinelerin piyasada olmadığı zamanlar bu işler evlerde el yordamıyla yapılırdı. Bu dönemde Adana’da fukara diye bir kavram yokmuş. Tarım alanları fazla ve bereketi de bol olması nedeniyle orakçı ve çapacı gibi çalışana fazlasıyla iş bulunurmuş. Burası Harput ve Diyarbakır’dan dalga dalga yabancılar gelerek burayı merkez hâline getirmişler. Her ay yirmi ya da otuz bin yabancı çalışanı gurbetçi yapan bu rençper yatağı memleketin toprağının verimi ve dolayısıyla insanının mutluluğu hakkında daha fazla kelime kullanmak gereksizdir. Akdeniz ile Seyhan Nehri’nin ağız kısmı yanında oluşan “Ağba” adı verilen geniş sazlık arazi pirinç ve şeker kamışı yetiştirmek için çok elverişli yerlerdir. Buna rağmen bölgenin toprağa ihtiyacı olmaması nedeniyle buraya önemli görmezler. Sonuç olarak da burası vahşi mandaların otlak alanı olmuş durumda. Atına ve silahına güvenenler bu sonu olmayan bataklığa gelerek sahipsiz ve sayısı belli olmayan mandaların damgasız olanlarını halat atarak yakalarlar. Bu şekilde onları sahiplenirler.

      Kimsenin olmadığı bu arazide dolaşan aslan, kurt, çakal ve domuz gibi yırtıcı hayvanların turna, angut, ördek ve yaban kazı gibi kuşlardan oluşan vahşi hayvanların miktarı sayısızdır. At yetiştirmek için bence çok uygun bir yer olan bu arazide birkaç at çiftliği kurulması için yüksek askerî makamın dikkatlerine sunarım.

      Adana Ovası, bundan otuz yıl önce güvenliği olmayan bir toprak olması nedeniyle sınırlı bir tarımı olan ve oradan geçen gezici toplulukların otlak olarak kullandığı bir araziymiş. Bugün ise her tarafı bağ ve bostan şeklinde ekili durumdadır. Ağba dışında kullanılmayan bir arazi yoktur. Ticarete ve sanata çok istekli olmayan yerli halkın en çok uğraş verdiği alan ziraat, hayvancılık ve sürü yetiştiriciliğidir. Sanayi alanında ayakkabıcılık, demircilik ve dericilik ile inşaatçılık alanında duvarcılığı Müslüman ahali yaparlar. Kunduracılık, terzilik, kuyumculuk gibi üretim alanları Ermeniler ve Rumların elindedir. Ticaret ve sarraflık işlerini Kayseri’nin vurguncu Rumları ve dolap çeviren Ermenileri tamamıyla ellerinde tutmaktadırlar. Geçim sıkıntısı çekmeyen Müslümanlar her yıl mayıs ayı ortası ile birlikte Gülek, Nemrun, Bürücek ve Kızıldağ yaylalarına göçer, ekim ayında da dönerler. Bu nedenle şehrin en kalabalık olduğu dönem kış mevsimidir.

      Kuzey tarafından Ankara ve Sivas, doğu tarafından Halep, Batı tarafından yine Ankara ve Konya vilayetleri ile çevrili olan şehrin güney sınırını Akdeniz şekillendirmektedir. 36.947 kilometrekarelik geniş bir arazisi vardır. Şehrin geliri 30 milyon kuruş, gideri ise 6 milyon kuruş civarındadır. Toros Dağları şehri kuzey ve batı istikametinde çevrelemiştir. Geniş ormanları olan ve demir ve bakır gibi madenleri bol olan bu vilayetin şehir merkezinden Mersin’e kadar uzanan hattı dışında tren yolu bulunmamaktadır. Adana içerisinden geçen Seyhan, Tarsus’a inen Ceyhan ile Taşucu’nda denize karışan Silifke Suyu başlıca nehirleridir.

      Pozantı’dan Adana’ya görev yerim değiştirildiğinde şehrin valisi Harputlu Hasan Bey’di. Onun ardından merhum Sırrı Paşa ve sonrasında da merhum Şakir Paşa atanmışlardı. Bu dönemde merkez müdürlüğünde Bedri keratasının kölelerinden Sırp Kör Adil müfettiş idi. Gevezeliği ile nam salmış Mösyö Avedi ise Halep başmüdürüydü. Bedri’nin, gençliğinin ilk döneminde Selanik’te haberleşme memuruyken “…” olduğunu Siverek eski Telgraf Müdürü Deli Ali Bey22 bilirmiş. İşte bu kötü yollu Bedri’nin şeytanca oyunlarına alet olan ahlaksız ve alçak Kör Adil beni rahat bırakmadı. Bu nedenle bir türlü uyum sağlayamadım. İki yıl süresince eziyetli bir memuriyet hayatı geçirdim. En sonunda dayanamayarak Tarsus üzerinden Mersin’e gidip oradan da deniz yolu