Hüseyin Rahmi Gürpınar

Acı Gülüş


Скачать книгу

gelir. Antika diye enayilere ne kadar kırpıntı varsa yuttururuz. Frenk aklı bu… Uçkuru donlarına geçirmeyip duvara asarlarmış.”

      “Onların çoğu don giymez.”

      “El hayâ minel iman, donu ne yapacaklar? Yoksa onlara uymak için sen de donu çıkardın mı?”

      Cevap olarak beyefendi sırıtır. Yağlıkçı “lahavle” çeke çeke başını sallayarak: “Haydi beyefendi seninle biraz daha görüşürsek mutlaka dövüşürüz. Rahmetli baban Müslüman bir adamdı, seni böyle donsuz görmektense öldüğü hayırlı olmuş.”

      “Sen benim donuma, pantolonuma ne karışırsın, ticaretine bak.”

      “Siz böyle üpüryan kızıl Frenk olalı ticarette bet bereket kaldı mı? Anan, hemşiren ne hâlde? Onlar da mı soyundu? Vah… Eyvah bize…”

      “Anladım sahiden dövüşeceğiz. Ticaretin bu bereketsizliği, durgunluğu kimin günahıdır, onu da ben bilirim. Ne alıp sattığınıza dair düzgün bir defter bile tutmayı bilmezsiniz. Babanızdan ne görmüş iseniz o çıkmazdan kurtulamazsınız. Pek cahil bir âdete bağlısınız. Dünya esasından değişir, bütün sanat kaideleri, ticaret değişir. Sizin o eski kafanız yine odur. İrticai selamet sanırsınız, Müslümanlıktan dem vurursunuz, müşteri aldatmaktan da çekinmezsiniz. Frenklere kırpıntılar yutturduğunuzu şimdi kendin söylüyordun. Âlemle beraber bütün beyinler de değişmelidir. Ingorance, paresse, fanatisme, superstition, voilà les causes de nos malheurs. (Cehalet, tembellik, taassup, batıl fikirler; işte felaketlerimizin sebepleri.)

      “Oğlum, karşımda Frenkçe sakız çiğneme… Ecdadının dilini neye beğenmiyorsun? Böyle neslini, ırkını, cinsini, millî âdetlerini beğenmemekle iş yürümez. Biz Frenkleri birkaç kırpıntı ile aldatıyorsak onların bize soktukları kazıklardan haberin yok mu? Bu bizimkisi aldatmak değil, bir cins ticaret gazasıdır. Beyoğlu’ndaki ticarethaneleri, o büyük camların arkasında elektrikler içinde parlayan eşyayı görmüyor musun? Hep onların bu fantazyalarını, süslerini, pahalılıklarını bizim kesemiz ödüyor. Bak benim bu fakir dükkânımda ne var? Müşteriyi rahatça oturtabilecek bir yerim bile yok. Onlar mı bizi aldatıyorlar biz mi onları? Bu hakikatlere iyice bak da anla. Frenk, mağazasının ortasına ‘pirepiks’ yani ‘fiyat maktu’9 diye bir levha asar.”

      “Pirepiks değil, dilini düzelt.”

      “Her ne karın ağrısı ise… Seninle pazarlığa bile tenezzül etmez. O levhayı görünce istediği parayı verip afiyetle kazığı yiyerek çıkarsın. Burada sekiz kuruşluk bir mal için benimle çekişe çekişe pazarlık edersin. Dikkat et, o mağazaya başka bir Frenk girsin, o levhaya hiç aldırış etmez, sıkı sıkıya pazarlık eder. Çünkü o, malın asıl fiyatını bilir. Dolma yutmaz. Bu, ‘fiyat maktudur’ hilesi senin benim gibi kolayca aldanan ahmaklar içindir. Sen bana yaptığın ‘finfon’ cakasıyla orada işini yürütemezsin. Dünya değişiyor ise, değişmiş ise bu hilelere karşı gelecek bilgileri, ağız hünerini niçin kazanamıyorsun? Karşıda bazı mağazalar var ki burada bizden on kuruşa aldıkları bir malı orada yüze satarlar. Evet, itiraf ederim, onlar satmanın yolunu biliyorlar. Fakat bu üstünlük karşısında ezilen yalnız yerli esnaf değildir. Resmî olan veya olmayan bütün varlığımız çiğneniyor. Balık baştan kokar. Bizim mahalledeki kibarlar, çocuklarını cizvit mekteplerine gönderiyorlar. Niçin böyle yaptıkları sorulunca onlar gibi okutma yerlerimiz olmadığını söylüyorlar. ‘Mektep’ adını verdiğimiz, memleketteki o irili ufaklı binalar nedir? Ne içindir? Neden millî tahsil yolunda değil ve olamıyor aklım ermiyor. Frenklerin, çocuklarımızı Türklük için terbiye etmeyecekleri meydanda bir şeydir. Oralarda bir iki ‘fan fan’ öğrenip çıkıyorsunuz. Milliyetimize karşı en büyük düşman siz oluyorsunuz. Ben vaktiyle ‘cami dersi’ gördüm. Muhiddin Arabi hazretlerinin felsefesini okudun mu? Efrenc,10 felsefeyi işte oralardan çalıp ilim metası diye bugün size satıyor. Bu buharlar, elektrikler, tayyareler, fonograflar filanlar kitabımızda birer işaretle hep bildirilmiştir. Onları bulup çıkaracak âlim Müselman yok.”

      “Şimdi söze benzer birkaç şey söylediniz. İtiraf ederim, içinde doğruları da var. Ama işin sonunda işte sapıtıyorsunuz. O zamanki felsefe esasları ile bugünkünün ne olduğunu siz bilemezsiniz. Bunda ‘kompetan’ değilsiniz. Buharlar, elektrikler kitapta değil tabiat hazinesinin karanlık sayfalarında yazılıdır. Onları oradan bulup çıkarmak sizin gördüğünüz ‘cami dersi’ ile medrese tahsili ile olacak şeyler değildir. Laf istemem. Bu bahsi geçiniz. Şimdi sinirlenirim.”

      “Aman sinirlenme beyim… Sen de benim inandığımı kıracak tavırlarda bulunma; Frenklik âşığı bir donsuzla eski kafada şalvarlı bir Türk hiçbir zaman fikirce birleşemez. Fakat sana bir teklifte bulunayım da barışalım.”

      “Nedir?”

      “Bu cuma gecesi -heyhat!– evet öyle mübarek bir gecede Uncu Ahmet’in evine misafirliğe gideceğini söylüyorsun.”

      “Niyetim öyle…”

      “Ben orayı bastırtacağım.”

      “Barbarlık…”

      “Medeni boynuzlar takınmaktansa namuslu barbarlığı daha iyi bulurum.”

      “Fakat barbarlıkla namusun uyuşamadığı çok noktalar vardır. Namus deyince siz bundan yalnız ırz manası anlıyorsunuz. Irz nedir? Mahalle defterinde kayıtlı olarak evlenme şeklinde bir kadın bir erkeğe kendini verirse…”

      “Sus… Sus… Alimallah elim ayağım işte par par titriyor.”

      “Ne diyeceğimi anlamadan…”

      “Anlamak istemem. Bütün Avrupa felsefesini karşımda tekrarlasan evimin önünde geçen bir namussuzluk ticaretini bana caiz dedirtemezsin.”

      “Susturmakla bu hakikatler değişemez. Anlaşılmak ancak münakaşa ile olur.”

      “Ne olursa olsun! Senin bildiğin sende, benimki bende kalsın.”

      “Peki… Teklifin nedir? Barbarlıkta seninle beraber mi olayım?”

      “Canım, barbarlık lafını kaldır. Medeni bir şekilde yapılan ne barbarlıklar var… Şimdi siz o evde tabii daha birkaç zampara arkadaşla birlikte bulunacaksınız.”

      “Olabilir.”

      “Söz birliği edelim. Baskın işinde siz içeriden bize yardım ediniz. Mahalleliye hakikati anlatır, sizi alayla karakola gitmek zahmetinden kurtarırım.”

      “Jame11 hiçbir vakitte böyle bir ahlaksızlığı kabul edemem.”

      “Ahlaksızlık mı?”

      “Hem de en kötüsü…”

      “Aman ya Rabbi, gençleriyle ihtiyarları ahlakı böyle iki uçtan gören bir millette fikir anlaşması nasıl meydana gelir?”

      Hasan Efendi içinde bu gence karşı çok şiddetli bir nefret ve kin ile sarsılır. İntikama karar verir. Yapma bir sakin tavır alarak: “İçeriden bir el olmadıktan sonra baskından pek muvaffakiyet umulmaz. Başıma bir bela çıkması da var. Çünkü Macuncu taraflarındaki böyle bir kerhanenin idarecisi Rus tabiiyetine girmişti. Kim bilir, bu Uncu Ahmet de hangi bir yabancı koruması altında iğrenç sanatını yürütüyor? Başımı derde sokmak istemem. Allah kahretsin, elbette bir gün kendi kendine belasını bulur. Şimdi baskın, eskisi gibi kolay değil. İçeriden zampara bulup çıkaramazsak sonra Uncu bizden namus davasına kalkar. O, yine ticaretiyle uğraşır. Hapiste biz yatarız.”

      “Bravo… Monşer Hasan! Doğru düşünmek işte böyle olur. O adam ırz satıyorsa sermayeyi