Hüseyin Rahmi Gürpınar

Acı Gülüş


Скачать книгу

çarçabuk ilikleyerek hemen davrandılar.

      Yağlıkçı, kumandasını üstüne aldığı bu baskının ilk emirlerine girişerek: “Oğullarım yemenileri çekin bakalım.”

      Tosun, vücudundaki uyuşukluğun kalanını da bir iki gerinme ile gidermeye uğraşarak: “Peki baba, işimiz ne? Çektik, çekeriz. Sonra ne olacak?”

      Yağlıkçı, düşünceye yol açar diye ensesini kaşıyarak: “Yavrum Tosun, sen doğru Aksaray Caddesi’ndeki Kuşçu Arif’in kahvesine koş. Mahalle delikanlıları hep orada bekliyor. Onları arkana tak, köşebaşına kadar gel, orada dur. Emir almayınca ilerleme sakın. Gürültü lazım değil.”

      Tosun, kuşağı arasından çıkardığı çekecekle yemenilerini giyerek: “Pistonu bozuk lomorkör (römorkör) gibi enayileri peşime takayım. Köşebaşında mola. Öyle mi?”

      Yağlıkçı: “Oğlum Emin, sen de çeşmenin yanında dolaşan bekçiyi bul, ‘Haydi!’ de. O ne yapacağını bilir.”

      İki yorgancı kalfası tığ gibi kapıdan dışarı fırlar.

      Tosun, Ahmet’in evine doğru yumruğunu göstererek: “Geçmişi kınalı topsalatası seni!.. Bu akşam sana, yağ limon koymadan habe kayarım17 alimallah… Beylere, paşalara saz naz… Fıkaraya el peşrevi… Öyle mi?”

      Yağlıkçı, şimdi karşısındaki yorgancıya dönerek: “Hüsnü Efendi kardeşim, boş duracak vakit değil, mahalleyi bir dolaş. Hatırlıların kapısını çal, şimdi bir gürültü kopacak. Yangın var zannıyla sakın telaşa düşmesinler. Şu mahallede kaç zamandır geçen bu rezaletten biz erkeklerin, hepimizin bu işte suç payı var. Bu utanılacak şeyi üzerimizden atmak için erkekler yavaş yavaş dışarı çıksın. Herkes payına düşen namus vazifesini kudretince, bu hayâsızlığın temizlenmesine uğraşarak yapsın.”

      Hüsnü Efendi kendisine verilen namus vazifesini yerine getirmek için kapı kapı dolaşmaya çıktıktan sonra yağlıkçı sokağa fırladı. Birkaç kol üzerine düzenlediği baskın alayını gelmesini bekleyerek, yaşından umulmaz bir çeviklikle köşebaşından köşebaşına mekik dokuyor, bazı duruyor, bazı koşuyor, fırtına çıkmasını beklemeyen bir kaptan gibi gözleriyle sokakların karanlıklarını yırtmaya uğraşarak sinirli bir telaş içinde çırpınıyordu.

      Birdenbire karşısına soluk soluğa Emin çıktı. Yağlıkçı sordu:

      “Ne yaptın oğlum?”

      “Bekçiyi buldum. ‘Haydi!’ dedim. Odun yarmaya hazırlanır gibi ‘Ya Allah!’ diye bir haykırdı. İki avucuna tükürerek sopasına yapıştı, ödüm koptu. Beni dövecek zannettim. Olabilir ya… Mahallede kerhana var, beni zampara zanneder de… O sopa suratıma bir inerse sonra kim vurduya gideriz. ‘Ne yapıyorsun bekçi baba, aradığın ben değilim.’ dedim. Üç adım geri sektim. ‘Korhma evlat korhma… İdman ediyorum.’ dedi. ‘Zamparaların marizlerine kayacak mıyız? Bunu evveli söylesenize! Copumu beraber almadım. Fakat kasavet çekme, (yumruğunu göstererek) buna yorgancı muştası derler. Bir inersem insanın suratını köşe minderi gibi yamyassı yaparım. Ben bu yumruklarla ne kerevetler kökledim. Nereye yapıştırsam yumuşatırım. Birkaç kerata tırtıklamak bana iş bile gelmez. Vay geçmişine be… Salatalı baskın nasıl oluyormuş? Hele bir görelim.’ ”

      “Ulan çenen pırtı. Lafa yekûn çek. Sonra bekçi ne yaptı? Onu anlat.”

      “ ‘Karahola, karahola!’ dedi. Anladım ki karakola gidecek. Sopasını savurarak fertiğini verdi. Yolda kolları daha idmanlı bir acarına çatarsa kim kimi karakola götürür, artık orasını bilmem.”

      Bu esnada rap… Rap… Rap… Düzgün adım sesleriyle karışık otuz kırk kişinin birden şarkı sesleri işitildi. Uzaktan kopan kasırga gibi giderek ses dalgalanmaları büyüyor, gürültü çoğalıyordu. Şamatalı makam içinde seçilebilen nakarat şu idi:

      Aman, yavaş susalım

      Arş, uncuyu basalım

      Arslan gibi salalım.

      Yağlıkçı işi anladı. Öfkeden baştan ayağa bir titreme kesildi. O da şamatayı önlemek için bağırmak istiyor fakat hırsından sesi çıkmıyordu. Boğulacak gibi bir hâle gelmişti.

      Tosun, mahalle delikanlılarından bir tabur kurarak bir kumandan cesaretiyle öne düşmüş geliyordu. Hasan Efendi’ye yaklaşınca, Tosun bağırdı: “İstoper!”

      Rappp… Adım sesleriyle beraber şarkı da kesildi. Kederinden söz söyleyemeyerek hâlâ titreyen yağlıkçıya karşı yorgancı kalfası neşeli bir seda ile: “Allah devlete millete zeval vermesin, arkadaşlar hep talimli. Vaktiyle hep silah taşıdık. Onbaşımdan yediğim tokat aklıma gelince hâlâ dumanı gözümde tüter. Çorba gibi yola çıkmaktansa böyle taburla gelmeyi münasip gördük. Langa dönüşü bu… İçimizde tütsülü kafalar da var… Şuara da eksik değil… Şarkı ebelerinden biri çarçabuk bir köfte (güfte) doğurdu. Beyit düzdü. Hanende beylerden biri de ezgili bir makam uydurdu. Söyleyerek geldik. Ne var? Kızdın mı baba? Baskına da nikâha gidilir gibi efendice gidilmez a… Bıçkınız işte. Allah böyle yaratmış. Tutuldunsa iskambilini ver çık… Bu böyledir… Biz kasavet tutmayız.”

      Hasan Efendi nihayet söz söyleyebilecek hâle gelerek: “Allah belanı versin. Ben sana böyle mi tembih ettim? Bir kere başını çevir de arkana bak. Sokaklar adam almıyor. Yedi mahallenin halkını birden kaldırmışsın. ‘Aman susalım!’ yaygarasıyla bütün dünyayı velveleye veriyorsunuz. Bu ne kepazelik!”

      “Kepazelik olmazsa biz ne ile yaşarız baba? Mangiz yok… Aftos yok… Gönül sevdalı, cepler boş… Ona buna sırıtınca bunun adı ‘tecavüz’. Sokaklarda bağırıp da sevdanı dışarı verince bu da ‘kepazelik’, ne yapalım? Baskın bu, boru değil… Bizim gibi tosunların başka ne eğlenceleri var? Yangın bir, baskın iki… Parasız tiyatora.”

      “Sus… Biz buraya külhanbeyi loncası açmaya gelmedik. Diskuru kes şimdi… Lafıma kulak ver. Uncunun evinin arkasında bir bostan var… Çiçekçi bostanı…”

      “İçinde semizotundan başka çiçek yok a… Adı böyle…”

      “Her ne ise… Arkadaşlarınla beraber o bostana atlamalı. Fakat taburla, şarkı söyleyerek değil, gayet sessizce… Âdeta hırsızlama…”

      “Hırsızlama mı? Bostandan ne aşıracağız?”

      “Ananın örekesini… Ulan ben sizi alayla gece yarısı hırsızlığa mı gönderiyorum sanıyorsun? Yediği herzeye bak!”

      “Ne bileyim ben? Hırsızlama dedin de…”

      “Bir ot parçası bile koparmayacaksınız, anlıyor musun? Sonra burnunuzdan getiririm.”

      “İçimizde bu kadar rakı yangını var. Ağaçlarda yemiş görürsek diş oynatmadan durabilir miyiz?”

      “Hay sizin gözünüze dişinize şimdi ha…”

      “Eh, eh… Alt tarafını salıverme. İçinde dursun.”

      “İnnallaha maassabirin, ne laf anlamazlara çattık! Hüsnü Efendi sizinle nasıl geçiniyor bilmem ki?”

      “Ustanın adı şimdi ‘efendi’dir ama o da bizim gibi çekirdekten yetişmedir. Biz birbirimizi anlarız, sen onun efendiliğine bakma. Gazeteyi kör dilenci gibi makamla şavullama okur. Elifi yan yatırsan tanıyamaz. Mutlaka kazık gibi dikine durmalı ki gözüne girsin. Geçenlerde Beyoğlu’nda bir Şişli kibarını ‘şiş kebabı’ okudu da gülmeden bayıldık. Sonra bunun üzerine ne halt etse beğenirsin? ‘Mahalle’yi ‘muhallebeli’ diye heceledi. Ne yaparsın?