Hüseyin Rahmi Gürpınar

Acı Gülüş


Скачать книгу

cevabını verecektir. Küçük kızım korkudan bayıldı, yatıyor. Nabızları durmuş gibi ağırlaştı. Giderek hâli fenalaşıyor. Bizi düşürdüğünüz şu tehlikeli durum bir doktor getirmeye bile hiç müsait değildir.”

      Hasan Efendi: “Sen kapıyı aç, biz doktor buluruz.”

      Ahmet: “İçine girdiği tehlikenin şiddetli mesuliyetini anlayamayan bir halka kapıyı açıp da çoluğumu çocuğumu diri diri öfkeli ayakların altında çiğnetemem.”

      Hasan Efendi: “Burada polis var, korkma.”

      Ahmet: “Bu kadar zamandır durmadan evimi taş yağmurundan kurtaramayan polise ailemin hayatını emniyet edemem.”

      Hasan Efendi: “Taş atanlar birkaç çapkındı. Polislerin peşlerine düşmeleri üzerine hepsi defolup gitti.”

      Ahmet: “Onlar defedilmemeli. Cezalarını görmek için hepsi tutulmalı idiler. Onlar kaçtıysa vakanın asıl tertipçisini ve sebep olanlarını isterim. Komiser efendi size söylüyorum. Tahkik ederek bir fezleke yapınız. Mahalleden bu işe ön ayak olanlar kimlerdir? Davacıyım.”

      Komiser: “Ben vazifemi senden öğrenecek değilim.”

      Ahmet: “Sizin vazifeniz merkezinizin idaresi altındaki mahallelerde bu gibi vakalar olunca meydana gelecek olan müracaatları dinlemektir. Şu anda en büyük memur olmanız dolayısıyla canımızın, ırzımızın, evimizin, malımızın korunması size aittir. Davamı kayıt ve zapt etmeye mecbursunuz.”

      Kalabalıktan biri:

      “Söyletmeyiniz artık şu kerhaneciyi be… Ne duruyoruz, kapıyı kırıp girelim.”

      Bunun üzerine ahali hücum için dalgalanır. Fakat işin almakta olduğu nezaket üzerine sayıları artırılmış olan polisler, zaptiyeler var kuvvetleriyle kalabalığa dayanarak halkın saldırmasını güçlükle önlerler.

      Ahmet: “Komiser efendi, yine size hitap ediyorum, bana halkın önünde ‘kerhaneci’ diye ayıp bir sözle laf söyleyen o kimseyi tutunuz. Davacıyım.”

      Ne yapacağını şaşırmış bulunan komiser, bir penceredeki Ahmet’in yüzüne, bir Hasan Efendi’ye, bir de halka ne yapılması lazım geldiğini sorar gibi bir kere baktıktan sonra polislere tutma işareti verir. Polisler saldırırlar. Fakat uncuya hakaret etmiş olan ne olur ne olmaz diye oradan sıvışmış bulunur. Onun yerine başka bir kişiyi yakalamak isterler.

      “Billahi ben söylemedim. Söyleyen zıvladı.”

      “Benim neme lazım birader? Ağzımı bile açmadım. Öyle bir sanat yapıyorsa kendine… Her koyun kendi bacağından asılacak, bana ne?”

      “Murdarın günahı üstünde kalsın… Bu zamanda nizam var kanun var. Beyoğlu’nda, Doğruyol’da dolaşanlara bile ‘muhabbet tellalı’ deniyor. Enayi miyim ben? Mahalle aralarındakilere ‘sevda taciri’ mi denecek, ne denecek? Elbette uygun bir lakap bulunacak… Hiç öyle kaba laf çıkar mı ağzımdan?”

      Bu yoldaki suçlamaları reddetmek için müdafaa sözleri işitilir. Fakat bu sual-cevap kapıdan uzak bulunan halk arasında, ileri doğru gitgide asıl ve şeklini değiştirerek yayılmaya başlar:

      “Ne olmuş? Ne diyor?”

      “Uncu Ahmet ahaliden namus davası ediyormuş. Pezevenk diyeni yakalayıp götürüyorlarmış.”

      “Namuslular, namussuzlardan nasıl ayrılacak? Bu kelimeyi Türkçemizde niçin icat etmişler? Yiğit lakabıyla anılır. Uncuya söylemezsek lügatimizde kimin için saklayacağım? Bir insan ne kadar aşağılık meslekte olsa ‘Ben bu sözün anlattığı adamım.’ der mi? Hayâsızlık ve namussuzluk kötü sanatları ile apaçıkta olanlar hakkında kullanılacak sıfatlar bu gibileri gücendirmemek için nizama uygun olarak izinleri alındıktan sonra mı ağza alınacak? Hangi tabiri nerede kullanacağımız hakkında kanunlar yapsınlar. Biz de ne diyeceğimizi bilelim.”

      Temiz, kaba sözlerle herkes bu iş için fikrini yanındakine anlatmaya girişir. O aralık kalabalık arasından gecelik kürk ve entarili, sakallı, zayıf bir efendi, uncunun bu iffet ve namus davası karşısında son derece asabileşir. Yaydan kurtulmuş ok gibi ahaliyi çiğneyerek kapının önüne, polislerin karşısına atılır. Ve söylenmesi yasak sözü haykıra haykıra sekiz on defa tekrar ile:

      “Bu herifin iğrenç sıfatını işte söylüyorum. Beni tutunuz. Burada söylediğimi yalnız mahkemede değil Allah’ın huzuruna çıksam tekrar etmeye hazırım. Namusla namussuzluk karşı karşıya gelince söz hakkı yalnız kötü tarafa verilmez. Bu herif iğrenç sanatıyla ortaya çıkarılacak, isteyen yüzüne tükürecektir. Aylardan beri mahallenin rahatını, temizliğini bozan böyle bir edepsiz hiçbir suretle müdafaa edilemez. Bu iğrenç davayı dinlemekten artık bütün namuslu kimselerin sabrı tükenmiştir. Ne duruyoruz. Kapıyı kıralım.”

      Ahmet: “Kıramazsınız. Ahalinin evime girme hakkı yoktur. Kanun bazı hâllerde bir eve girme hakkı verirse bunu yalnız zabıtaya verir, halka değil. Komiser efendi, bu adamın adını sanını ve işini zapt edin ve bana kaç defa ‘pezevenk’ diye kötü kötü söylediğini kaydediniz. Davacıyım.”

      O efendi: “Polis buraya senin ahaliye karşı olacak ithamını zabıt tutmak ve kayıt için gelmemiştir. Kapıyı aç, evvela yüzünün aklığı meydana çıksın. Davayı sonra edersin.”

      Ahmet: “Açmayacağım.”

      Efendi: “Kırarız.”

      Ahmet: “Kıramazsınız. Polis mesul olur.”

      Efendi: “Senin gibi bir kerataya karşı haşa zabıta mesul olamaz.”

      Ahmet: “Bu adam en azılı önayaklardandır, komiser efendi, kaydediniz.”

      Efendi: “Daha söyleniyor musun melun! Burada davacı, senin namussuzluğundan yaka silken mahallelidir. Görmüyor musun, binlerce kişi sana karşı ayaklanıp tonlanmış, buradaki zabıta çalışanı on beş yirmi kişiden ibaret. Namusun bu kızgınlığına karşı ne yapılabilir? Kapıya hücum edilmesinin önüne geçebilir mi?”

      Ahmet: “Biraz kanun öğren de sonra lafa karış. Zabıtanın kuvveti sayı ile ölçülmez. Şehrinin kanununu iyi bilen terbiyeli halk sayıca on bin de olsa yine tek bir polis neferine itaat eder, buna mecburdur. Her insan için medeniyet vazifesi budur. Bunu bilmeyenlere medeni denemez. Ahalisi en kalabalık memleketlerde zabıta çalışanları en azdır. Terbiyeli memleketlerde zabıta teşkilatındaki maksadın halk ile boğuşmak olmadığını anlamalısın zavallı adam.”

      Kalabalıktan başka biri:

      “Biz bu heriften terbiye, medeniyet, kanun, namus dersleri mi almaya geldik? Söyletmeyiniz artık uğursuzu. Namus dersini kim kime verecek? Mahalleli haydi bakalım arş…”

      Bu teşvik sesi üzerine halk arasında bir öfke dalgalanması olur. Polislerin canla başla önlemeleri tesirsiz kalır. Kapı gıcırdamaya başlar. Fakat hücum sıkıştırması ile birkaç kişi ezilince “Allah aşkına itmeyiniz, pastırmaya döndük!” feryatları işitilir.

      İşin sonunun yaklaşması korkunçluğunu gören Ahmet, sakladığı son müdafaa silahını kullanmak için pencereden yarı beline kadar sarkarak: “Komiser efendi mesuliyetiniz pek büyüktür. Ecnebi patentasındayım.23 Sefaretimden memur gelmedikçe kapıyı açmam. Şimdi kırabilirsiniz.”

      Uncu bu son ültimatomdan sonra gümbedek kafesi indirerek içeri çekilir. Sonunun çok fena olacağını düşünmeden bir saflıkla önayak olmuş bulunan Hasan Efendi ne diyeceğini bilemez, süklüm püklüm bir tarafa sokulur.

      Komiser, mendiliyle alnının terini silerek adamlarına: “Aman evlatlarım gayret… Kapının önünden halkı dağıtınız. (Ahaliye doğru