Hüseyin Rahmi Gürpınar

Acı Gülüş


Скачать книгу

ha niyeti değiştirme. Çünkü cuma gecesi mutlak oradayım.”

      “Keyfine bak.”

      Bey, dandini bir yürüyüşle çekilip gider.

      Yağlıkçı, o ana kadar dayandığı çehresini hemen değiştirerek kendi kendine hıncını etrafına püskürmeye başlar:

      “Seni gidi edepsiz seni… ‘Besmelesiz’ desem rahmetli babasının iki defa haccı var. ‘Yabancı katışması’ ise günahı anasının boynuna… Herhâlde cinsinde bir bozukluk var. Züppenin adı da Mehmet Kenan, Müslüman adı… Yediği herzeleri Mösyö Petraki yemez. ‘Medeniyet’ diye çapkın, bana, her mahalleliye besbedava pezevenklik ettirtecek. Ticaret serbest imiş. Kazanç için edepsizliğin yapılması mübah mıdır? Ticaretin şeriate, namusa, ahlaka uygun olması endişesi ortadan kalktıktan sonra dinlerin, mahkemelerin, camilerin, kiliselerin, hocaların, papazların ne lüzumu var? Köpekler gibi birbirinin ağzından kaparak, hiç çekinmeden ırza, namusa saldırarak yaşayalım. Kitaplardan ‘helal’, ‘haram’ sözlerini silelim. Medeniyetine ağzımızın sularını akıttığımız Avrupa, terakkiye bu yoldan giderek mi ermiş? ‘Medeniyet’ diye utanmak kılıfından sıyrılmış seni gidi hayâsız, donsuz kerata seni… Geçen akşam kahvede söylüyorlardı. Beyoğlu sahnelerinin birinde Frenk orospularından bir ahlaksız, haşa sümme haşa, Hazreti Havva’yı gösteriyorum diye ortaya anadan doğma çıplak çıkmış, el şakırtıları, alkışlar içinde kalmış… İnsanların anası yaprak tutunduydu. Hiç rezalet alkışlanır mı? Avret yerini örtmeyi emretmeyen hangi mezhep vardır? Din tarihinden bile ahlaksızlık dersi çıkarıyorlar. Dünyanın yaradılışına ‘tabiat’ diyorlar. Halik sözü yok. Görmüyor musunuz? Hayvanat tüyler, yünler, kıllar ile örtülü. Ah, ah, şimdiki yeni moda kadınların fistanları, çarşafları örtünme değil, birer dar kılıf, vücutlara geçirilmiş birer çeşit eldiven. Etekleri âdeta birer köstek, sanki ayaklarından bağlanmış eşkıya gibi bu moda esirleri sekerek yürüyorlar. Bunun adı ‘giyinme serbestliği…’ Şu son zamanda her isim gösterdiğinin aksi oldu. Cahillere ‘âlim’; inkâra ‘fen’ deniyor. Gazetelerde manalarını anlayamadığımız ne tabirler görüyoruz. Şimdiye kadar hiçbir kitapta ve örf ile âdetlerimizde yer bulamamış açık saçık atılganlıklara, küstahlıklara ‘şahsi teşebbüs’; mesela komşunun ticaretini öldürmek için kanun; ahlak seni kayıtlamışsa ‘şahsi teşebbüs’ diyerek bunun içinden çıkabilirsin. Kelimenin yeniliği sana, bir mazeret olur. Sen eski kafanla bu yeni kelimenin manasını, hayata tatbikini anlayıncaya kadar okkanın altına gidersin, idare makamlarında üst tanınmamaya ‘ademimerkeziyet’, daha bilmem ‘sosyalizm’, ‘kokorizm’ gibi dilimin dönmediği cenabet sözler. Donsuzluk fikri mi yükseltir? Şehremaneti12 Avrupa’ya birkaç düzine çıplak heykel ısmarlamış. Bu cascavlakları şehrin en ayakaltı noktalarına dikecekmiş, ahalinin zihni ancak bunları seyrederek açılabilirmiş diyorlar. Mehmet Kenan alacağın olsun, seni büyük bir rezalet ile bastırtayım da gör.”

      2

      BASKIN HAZIRLIĞI

      Yağlıkçı Hasan Efendi Uncu Ahmet’in evini bastırmak için her sorgu suali üzerine alarak, mahallede kendisine kafadar bulduğu kimseleri teşvik için bütün inandırma ve heveslendirme kuvvetini harcamış ve lazım gelen tertipleri hazırlamıştı.

      Muhtarın, bekçinin ve öyle bir eve girmeye pek istekli ve bunu büyük bir iş sayarken kendilerinden başka bunu becermiş olanları kötü gözle görerek oradan rezaletle çıkarmakta büyük bir kin ve gayretle hareket eden mahalle tosunlarının kulaklarını iyice bükmüş, ufak bir işaret verilince hepsini kapının önüne toplayabilmek planını iyice kurmuştu.

      Yağlıkçının iple çektiği cuma gecesi nihayet geldi.

      Hasan Efendi ağının ortasında kımıldamadan avını bekleyen bir örümcek gibi köşe penceresine geçti. Evinin içinde lambaları söndürttü. Çoluğuna çocuğuna derin bir sessizlik tembihinde bulundu. Kimse çıt etmiyordu.

      O akşam bakkal çırağı, Ahmet’in evine yine sandık dolusu içkiler ve mezelikler getirmişti. Bu şişelerin içinde Mehmet Kenan Bey’in de payı bulunduğunu yağlıkçı düşündükçe seviniyor, bu zevk ve sarhoşluk gıdasını beyin boğazında bırakmaya yeminler ediyordu.

      Meyhane dönüşü naraları arasında yatsı ezanı okundu. Yakındaki evlerden tek tük öksürüklü, eli değnekli, ağır yürüyüşlü kimseler ağır kunduralarını sürüye sürüye kelimeişehadet getirerek camiye gidiyorlardı.

      Gündüzleri bile güneşin iyice aydınlatamadığı bu dar, sıkıntılı, yosun kokan rutubetli sokağın bir köşesinde yanan hava gazı feneri, bir sis sıkıntısı içinde vakit vakit boğuluyor gibi sönmeye benzer ürpermeler geçirerek yine açılıyor, uncunun soluk aşı boyalı evini saçaklarına doğru biraz aydınlatıyor, fakat ışık şahnişin13 altında loşta kalan kapıya kadar varamıyordu.

      Bir tıkırtı olur, Hasan Efendi, uncunun kapısının açıldığını anlar. Kafese yapışır. Ahmet, elinde tespihi, samur yakalı paltosuyla birkaç saniye sonra sokağın aydınlığına çıkar. Günahının yükünü çekemeyip önüne eğilmiş kafasıyla yere bakarak mahalle ihtiyarlarının sofuca yürüyüşlerini taklit eden bir sarsaklıkla yürür. Hasan Efendi’nin kapısı önünde durur. Derin derin birkaç defa tekbir alır, sonra cami yolunu tutar. Yağlıkçı içinden şöyle düşünür: Hikmetine kurban olduğum Allah’ım ne kadar sabırlısın! Ulu adını halkı aldatmak için söyleyen bu melun herifin nefesini o anda kesmeyip de müminlerin ibadet neşeleriyle dolu camine girmeye nasıl müsaade ediyorsun? Dışı ikiyüzlü sofuluk ile kaplı, içi kâfirlik! Pislenmiş, aramızda kim bilir daha ne kadar münafıklar var. Onların şerlerinden sen bizi koru.

      Hasan Efendi ufak bir ayak sesini, en hafif bir gölgeyi gözünden kaçırmıyordu. Aralıklarla aşağıdan yukarıdan sekiz on yolcu geldi geçti. Arada bir gece satıcıları tablalarının üzerinde yanan sisli fenerleriyle sallana sallana, hususi makamlarıyla uzun uzun bağıra bağıra, bazı durup etrafı dinleyerek geçip sokağın sessizliğini bozuyorlardı.

      Nihayet yukarıdan, sokak başından bir insan karaltısı peyda oldu. Etrafı kollayarak, karanlıkların içine girip çıkarak, duvarlara sürtüne sürtüne sessiz, ihtiyatlı, çekingen adımlarla geliyordu. Sokağın en aydınlık kısmına geldiği zaman yağlıkçı bütün dikkatiyle kafese yapıştı. Bunun, fesini burnunun üzerine kadar indirmiş, paltosunun yakasını kaldırarak yüzünü olabildiği kadar kapamaya uğraşan biri olduğunu gördü. Herif, ufak bir duraklamadan sonra uncunun, şahnişin gölgesi altındaki görülmeyen kapısı önünde birdenbire kayboldu. Başka bir şey görülüp işitilmedi, besbelli kapı aralık ve arkasında adam vardı. Zampara içeri alındı. Kapı tıkırtısızca örtüldü.

      Hasan Efendi içinden: Hah işte kapana bir fare girdi. İnşallah bu birinci av Mehmet Kenan Bey’dir. Misafirlerin arkası olmalı. Yarın cuma. Kalemler tatil. Beyler boyuna dinlenebilirler. Bu akşam evin kabul gecesi. Tek zamparalı baskının zevki çıkmaz. Ben onları sürü ile polise götürmeliyim ki keyfim gelsin. Geh, geh, haydi kümes, kümes, kümes… Zülüflü horozlarınız, tepeli tavuklarınız ile beraber ben sizi birer birer kafese koyayım da mahalle arasında kurmak istediğiniz medeniyet sehpası nasıl olurmuş görünüz. Tespihli yadigâr camide acaba şimdi “suret-i haktan” 14 nasıl müzevirlik 15 evradı çekiyor? Kerata seni…

      Camiden cemaat çıktı. Bazıları evlerine döndü, birtakımı mahalle kahvelerine dağıldı. Uzaktan bekçi, sopasını kaldırımların üzerinde