Hüseyin Rahmi Gürpınar

Acı Gülüş


Скачать книгу

dört dakika sonra içeriden nazik bir kadın sesiyle cevap geldi:

      “Örtündük, buyursunlar…”

      Mahalleliyi temsil eden heyet içeri girdi. Her tarafları çarşafla örtülü, bazıları duvar kenarında ayakta, birtakımı minderlere oturmuş irili ufaklı bir sürü kadın gördüler. Komiser göz yordamıyla bunları saydı. Sayıları on iki kadar vardı. Bu kadar kadını çok görüp şaşırarak sordu:

      “Bu hanımlar hep aileniz insanlarından mı?”

      Ahmet: “Biri zevcem, ikisi kerimem, biri hemşirem, ikisi onun kerimeleri, biri biraderimin karısı yengem, ikisi hizmetçi, biri de misafir.”

      Kadınların birkaçı sıkılarak yüzlerini duvarlara döndüler. Mahalleli bu örtülü kadınları birkaç kere gözle süzdükten sonra odadaki yükü açtırdılar; döşekleri, yastıkları, yorganları boşalttılar. Bir şey bulamadılar. Dolapları karıştırdılar, insan göremediler. Odanın bir köşesindeki geniş bir karyolanın etekliklerini kaldırıp altına baktılar, boş. Orta kattaki öteki iyi odayı aynı dikkatle aradılar. Her odada iki kişilik birer karyola vardı. Üst kata çıktılar. Oradaki dört odayı aradılar. Burada da bütün odalar süslü kaba şilteler, saten, yazma, işlemeli güzel yorganlar, salkım salkım dantelli, fistonlu yastık başları, örtüler, çarşaflar, döşek yanlarında çoğu Avrupa taklidi halılar, lavabolar, taraklar, fırçalar, küvetler, tuvalet takımları, suları, pudraları, pomatlar, duvarlarda pek dekolte münasebetsiz resimler…

      Döşeklerde yatılmış, hatta yuvarlanılmış, didişilmiş, tepişilmiş; yorganlar, örtüler karmakarışık… Her taraf, tekmil eşya, açık açık bütün cümbüş manzarası ile bütün şehvetli görünüşü ile umumhane kokuyordu. Sevda günahı Âdem zamanından beri erkek kadın çift olarak işlenir, bu hiç değişmez bir tabii kanundur. Şu cümbüş evinde bütün eşya görünüşleriyle şehadetleri ile hakikati gösteriyor. Dişiler orada fakat bunların eşleri erkekler nerede?

      Sandık odasına girildi. Burası bedesten gibi asılı kadın elbiseleri, eteklikleri, bluzları, ceketleri ile dolu idi. Birkaç iri sandığın insan bulunma ve saklanmaya kabiliyetini düşünerek Hasan Efendi bunların açılmasını söyledi. Ahmet, yağlıkçının bu tuhaf fikrine güldü. Bir demet anahtar getirerek sandıkları açtı ve alaylı alaylı dedi ki:

      “İnsaf ediniz efendim böyle meşin kaplı, bir iğne deliğinden bile hava almayacak kadar muhafazalı bir sandığın içinde insan yaşar mı? Birkaç dakikada bozulur. Ama zararı yok, buyurunuz arayınız.”

      Sandıklar ağızlarına kadar eşya doluydu. Eşyalar dışarı atıldı. Altından yine tamtakır sandık çıktı. Yerli yersiz böyle her aramanın sonunda Ahmet üstün çıkıyor, arayanların ümitsizlikleri artıyordu. Hatta kadınların o ilk sıkılganlıkları kalmadı. Şimdi bunlardan bazıları biraz yüzlerini açarak, şen, geniş bir serbestlikle ortada dolaşıyorlar, altüst edilen eşyayı topluyorlar, düzeltiyorlar, ara sıra kapı önlerinde durup edilen lakırtıları, fısıltıları işitmeye uğraşıyorlardı. Fakat bunlar hep genç, hep güzel, hep edalı, oynak, fıkır fıkır, boyalı, sürmeli yüzlerdi. Ev bu kadar vesikalarla dolu bulunsun, bu sermayeler, bu nazeninler kırıtarak, gülüşerek muzaffer bir eda ile ortada gezinsinler de hiçbir delikten bir erkek çıkarılamasın, günahkârların kabahatleri ispat edilemez kalsın; kanunun vereceği ceza namuslulara karşı dönsün…

      Dışarıdan halk sabırsız, haykırışıyordu:

      “Niçin geç kaldınız? Hani ya zamparalar?”

      Sokaklarda “İçeride zengin bir zampara varmış, mahalleliye, evde kimseyi bulamadık dedirtmek için rüşvet vermek istiyormuş…” sözleri dolaşmaya başlar.

      Halkın böyle coşkunluk zamanlarında bu gibi yalanları hangi kara vicdanlı fesatçılar uydurur? Bu hep böyle olur. Halk bir kalabalık hâline geldi mi hep birden zayıf akıllı bir çocuk kesilir. İşittiği saçma sapan şeylerin garipliğini, akla uygun olmadığını ölçüp biçmeye, düşünmeye hiç lüzum görmez, hemen inanır.

      Bu iftira yüzünden kini artmakta olan halk şimdi dışarıda köpürüyor, kuduruyor, eve hakaretler, ağza alınmaz küfürler yağdırıyordu.

      Hasan Efendi şaşkınlığından helaları, musluk taşları altındaki dolapları bile bir şey çıkarabilmek ümidiyle karıştırmaktan kendini alamıyordu.

      Arama sırası tavan arasına geldi. Bir yük içinden kapak açıldı. Elektrik feneriyle birkaç polis çıkarıldı. Yağlıkçı, polisin arama ve muayenesindeki dikkat ve gayretine bir türlü kanaat getirmeyerek kendi de genç polislerle birlikte çıktı. Tozlara örümceklere bulandı. Tavan arası en kuytu, en dar, saçak aralarına, diplere doğru bütün girinti ve çıkıntıları ile elektriğin ışığı altında gözden geçirildi. İnsan sanılan bazı direk gölgelerine sevinçle saldırıldı. Fakat hep bu ince arama boşa çıktı. Dam bacası açıldı. Kiremitlere çıkıldı. Polislerin ellerindeki fenerlerin yarı mehtap gibi karanlıklar içinde dolaşan konik ışık sütunları birbirini çelerek karanlıkla aydınlık yer değiştiriyor ve bu görünüş aşağıda damı görebilecek kadar açıkta bulunan birtakım halkı eğlendiriyor, türlü yorumlara sebep oluyordu.

      Hasan Efendi artık yorulmuş, ümitsizlik helecanı onu güçsüz bırakmıştı. Fakat yine gayreti elden bırakmıyor, baca deliğinden haykırıyordu:

      “Her tarafı arayınız… Yağmur oluklarının içine bile bakınız.”

      Ahmet aşağıdan eğleniyordu:

      “Kuburları, lağımları sakın unutmayınız.”

      Arama heyeti aşağı kata indi. Bütün odaları, mutfağı, baca içini, kömürlüğü, zahire dolaplarına varıncaya kadar her deliği, kovuğu büyük bir dikkatle gözden geçirdi. Sıra bahçeye geldi. Ağaçların üzerlerini, en sıkı dal aralarını, duvar üstünü hep aradılar. Kuyunun önüne geldiler. Bileziğin üstünden kapağını kaldırarak bu boru gibi derin çukurun yosunlu duvarından aşağı ışık salıverdiler. Dipte ayna gibi durgun, tekerlek su yüzü tutulan fenerin bütün ışığı ile vurdu. Birkaç iri taş attılar. Suyun yüzü alaylı bir çehre gibi hemen buruştu; kendi sessiz karanlığı içinde, zampara arayanların saflıklarıyla bu beyhude zahmetleriyle sanki eğlendi.

      5

      ŞAİR ZENNUBİ

      Bu arada bahçe duvarının ötesindeki bostanda bir gürültü oldu:

      “İşte buldum. Buldum. Zamparalardan birini yakaladım!” diye bir muvaffakiyet narası işitildi.

      Sevicinden dizlerinin bağı çözülen Hasan Efendi hemen “Elhamdülillah… Aman sıkı tutunuz evlatlarım. Kaçmasın. Geliyoruz…” diye çabuk çabuk ve tedbirlice cevap verdi.

      Zavallı yağlıkçı kederinin büyüklüğünden birdenbire o kadar hayale kapılmıştı ki evin dışı demek olan bostanda tutulmuş bir adamın zamparalığının ispat edilemeyeceğini düşünemiyordu.

      Çok sürmedi. Bu zafer çığlığının arkasından birçok gürültülü uzun kahkahalar koptu. Hasan Efendi duvara yaklaşarak bostandaki halka doğru:

      “Patırtı lazım değil… Gülmeyiniz kuzum. Bu belalı işin iyi gitmeye başlamasının daha ucundayız. Ciddi işlere alay yakışmaz. Sıkı tutunuz, sıkı… Belki melun azılıdır.”

      Yağlıkçının bu saf sözlerine karşı bir ses bostandan şu cevabı verdi:

      “Nasıl gülmeyelim baba? Sarhoşun biri tarladan bostan korkuluğunu yakalamış, zampara diye zaptiyeye teslim ediyordu.”

      Bu ilk ve galiba da son olan sevinci boşa