Hüseyin Rahmi Gürpınar

Acı Gülüş


Скачать книгу

Fransızca şöyle bir konuşma başladı:

      “O nedir? Öldürülmüş bir adam mı?”

      “Hayır. Kabahatsiz bir korkuluk.”

      “Bu aralık korkuluk ahaliye niçin gösterildi ve bu uzun nutuk ne olacak?”

      “Dur, işin içyüzünü anlayayım.”

      Biraz Türkçe bilen, kırık dökük cümleler ile etraftan işi anlamak için sormaya girişir. Kendisi, yoluyla sualler soramadığı gibi verilen cevapları da iyice kavrayamaz. Fakat anlayamadıklarını aklınca tamamlayarak araştırdıklarını anlatır:

      “Şark âdetlerinden tuhaf bir şey öğrendim.”

      “Nedir?”

      “Bir baskında zampara yakalanmazsa onun yerine korkuluk konarak ceza verilmesi Türk âdetlerindenmiş. Çünkü zina eden biri mutlaka ceza görecek ve taşlanacaktır.”

      “Tuhaf şey…”

      “O kadar tuhaf değil. Bu, derin bir din felsefesidir. Bizim, kiliselerdeki azizlerin resimlerine karşı olan ibadetimiz, onların temsil ettikleri mübarek vücutlarının ruhaniyetleri itibariyle değil midir? İşte bu da onun tam olarak aksi… Bazı dinlerde şeytanı, cinleri, perileri, habis ruhları taşlamazlar mı? Şeytan bundan tesir duyar mı? Duymaz mı? O başka mesele… Halk içinin kinini, öfkesini, lanetini gösterecek ortada bir şekil görür. Bu suretle oh der, bu bahis mühimdir. Sonra görüşürüz.”

      “Herif nutkunda ne dedi?”

      “Yaptıklarını sayıp dökerek halk karşısında korkuluğu temize çıkardı. Bilinemez, bu gece hangi saatte ve belli olmayan bir vakitte, gizlenmiş veya kaçmış olan günahlıların ruhları mutlaka bu korkuluğa gireceğinden ‘Ey ahali ümitsizlenmeyiniz, buna yapılmış ceza aynı ötekilere yapılmış gibi tesir eder.’ dedi. Akıl ve nakil ile bunu anlattı.”

      “Şark bir gariplikler hazinesidir. Ne acayip itikatları var!”

      Frenkler magnezyum aydınlığında korkuluğun çeşitli hâllerde fotoğrafını çektiler. Bu Şark gariplikleri vesikalarını bastıracakları gazete, mecmua veya kitapta resimlerin altına yazılmak için cep defterlerine şu ibareyi kaydeylediler:

      Şarkta basılan bir evde kadın ve erkek zanilerin 38 tutulmaları kabil olmazsa onların yerine ceza görmek üzere yakalanması âdet olan korkuluğun resmidir.

      6

      SAKALLI KADIN

      Halk dışarıda Şair Zennubi’nin sırtındaki korkulukla uğraşır ve bu sarhoşun abuk sabuk sözlerine hayran olur iken komedyaların en ekstrası uncunun evinde geçiyordu.

      Evin avlusunda ahali, polisler ve Ahmet birbirine girmekte idi. Uncu, “Arama bitti, çıkınız evimden!” iddiasıyla şirretlik ve edepsizlik perdelerinin en üstlerinde dolaşıyor; Hasan Efendi aramanın boşa çıkması hakikati önünde hiçbir suretle silahını teslim etmek istemeyerek, adam yakalamadan o gece evden çıkmayacağını söz kabul etmez en kestirme inat ve ısrarıyla bildiriyor; zavallı komiser, akıl ve kanun dairesinde her iki tarafa da söz anlatmaya çalışıyordu.

      İçeride ve dışarıda bu çekişmeler, beklemeler, meraklar, heyecanlar, seyirler sırasında hâlâ meclis odasında içki ile vakit geçiren Tosun ile Emin’i herkes unutmuştu, bunların keyiflerine karışan, dokunan yoktu.

      Emin iyice olgunlaştı. O, şişelere saldırdıkça bir dereceye kadar bulundukları hâlin ehemmiyetini anlayabilen Tosun, arkadaşını içmekten alıkoymaya uğraşıyor.

      Aman da of kemiklerim

      Sızlıyor iliklerim.

      kantosuyla Laz horası tepmeye kalktıkça, susturmak için ağzını tutmaya, horadan vazgeçirmeye atılıyordu. Bunların bu kepazelik ve çekişmelerini işiten beriki odadaki çarşaflı nazeninler de ara sıra kapıya kadar yaklaşarak içeriye meraklı ve ürkek bakışlar attıktan sonra kaçışıyorlardı.

      İki sarhoş, kadınlardaki bu fıkırdak merakın farkına vardılar. Fakat cesaretlerini kırmamak için görmemezlikten geliyorlardı. Gerçekten de az vakit sonra dışarıda fıkırtı arttı. Evvelce yarım görülen başlar şimdi omuzlara kadar uzanıyordu.

      Sonunda Emin yavaşça dedi ki:

      “Tosun…”

      “Ne var?”

      “Türk’ün karnı doyduktan sonra ne olur bilirsin ya?”

      “Malum…”

      “Ben dayanamıyorum. Anasını satayım, ne olursa olsun kapının önündekilerden birine yapışacağım.”

      “Sus be itoğlu… Başımıza bela mı getireceksin?”

      “Talihime Topsalata çıkarsa ne âlâ… Çıkmazsa karı değil mi hepsi makbulüm. Bu matizliğimde isterse en kötüsü olsun.”

      “Aynasızlanma diyorum.”

      “Sen aynasızlanıyorsun hımbıl oğlu hımbıl; mezeleri piyizlendik, bulutumuzu verdik, nefistir bu kabardı. Zevkin öte tarafı kaldı. Böyle fırsat her zaman ele geçer mi? Bu evde her şey var ulan… Ne duruyoruz?”

      “Aşağıdakilerin seslerini duymuyor musun?”

      “Bırak avalları be… Ahmet hiç guguğa gelir mi? Ona ‘uncu’ demişler. Çoktan zamparaları un gibi dışarı eledi. Apukatlığa (avukatlığa) gelince kanunnamenin bu işe dikiz eden cihetini o hepsinden mükemmel biliyor. Sonunda kim kimi kafese koyacak görürsün.”

      “Ulan, Allah belanı versin… Kokmuş pavurya gibi lafların benim de midemi bozdu. Şimdi kapıdan bir tanesi baktı. Vay anam vay… Ay parçasına benziyordu, uğursuz oğlu…”

      “Kalkalım bir sirto oynayalım. O zaman seyretmek için tavukların hepsi kapının önüne birikir. Hint horozu gibi birdenbire saldıralım, elimize hangisi geçerse…”

      Kapıdan görünen afet gibi biri Tosun’da da dayanmaya kuvvet bırakmadı.

      Ah seni doğuran ana

      Olsun bana kaynana.

      havasıyla oyuna kalktılar.

      Şimdi rakı, beyinlerini iyice sarmaya başladı. Ağızlar yayıldı. Gözler bayıldı. Kol kol üstüne atıldı. Boş kalan ellerin parmakları çal-paralık ediyor, biri yıkıldığı zaman ötekini de beraber deviriyordu. Söyledikleri hava değil bir sarhoşluk fırtınası, raksları oyun değil bir rezalet külçesiydi. Çağırdıkları havanın temposuna hiç uymayan raks adımlarını kah birbirine, kâh duvara çarpıyorlar kâh sıçrıyorlar, kâh suya batan bir ördek gibi havaya dalıp dalıp ayakta durmaya uğraşıyorlar, kâh göbek atışlarını parmak şıkırtısına uydurmaya uğraşarak derin derin kıvırıyorlardı.

      Bu oda panayırını seyretmek için kapının önü tepeli tavuklarla doldu. Kadınlar baskın felaketini hiç umursamaz hâlde gülüşüyorlar, fıkırdaşıyorlar, kullanmadan tutmaya alışamamış oldukları elleriyle çimdikleşiyorlardı.

      Emin, şimdi rakıdan çok sevda taşkınlığıyla bulanan, kararan gözlerini bu cilvelilerin üzerinde iştahlı iştahlı bir dolaştırdıktan sonra arkadaşının kulağına “Hücuma hazır ol Tosun!” kumandasını verir vermez yorgancıların piri saydıkları ‘Sümbül Sinan’a sığınarak “Ya hazreti pir imdat…” çığlığıyla ikisi birden saldırdı.

      Fakat pirin ruhu ikisini birden çarptı. Biri kapının eşiğine yığıldı, öteki sofanın ortasına… Oynak tavuklar çil yavrusu gibi dağıldı. Avsız, elleri boş kalmış olan sarhoşlar hemen davrandılar fakat tavuklar folluklarına