Hüseyin Rahmi Gürpınar

Acı Gülüş


Скачать книгу

tef beraber ara nağmesi:

      Düm terelelli yalelam

      Matiz olduk vay babam.

      Sonra dört yana tehdit tükürükleri saçarak boğuk bir nara: “Brooooooooo yakarım.”

      Ondan sonra Emin:

      Adam aman ekşi vişne

      Atarım kantarlıyı gelmişine geçmişine

      Bir yumruk aşk edersem

      Senin çürük dişine

      İster it gibi bağır

      İster at gibi kişne.

      Sazla beraber ara nağmesi ve nara.

      Sakallı son derece şaşırarak: “Mahalleliden gelecek bela sizin yanınızda saadet gibi kalır. Bu ağızda birkaç beyit daha okursanız bu evi bir daha basarlar.”

      Tosun büyük bir öfkeyle ayağa kalkar. Sapından tuttuğu udun şişkin tarafını herifin beyni ortası budur diye bir indirir. Çalgının bütün bedeninin tahtaları yere ayrı ayrı dökülür. Sakallı neye uğradığını anlamadan hakaret ve vuruşun hedefi olan o kafaya Emin de tefle bir saldırır. Hemen kursak patlar, kasnak da bir lanet halkası gibi zavallının boynuna geçer.

      Tosun bağırarak: “Bela mı? Bize mi söylüyorsun? Belanın suratını tanır mısın? O nasıl şeydir gördün mü hiç? Vay geçmişine be… Bize ‘bela’ diyor. İki dişini kırdık, başka ne yaptık? Teşekkür etsene ulan ağzın burnun daha yerinde duruyor!”

      Arka arkaya inen bu iki vuruş altında sakallının başı sızlar, döner. Alnı yaralanır. Gözleri kararır. Sağa sola sallanır. Hazmedilemez zehirli bir içki gibi tepesinden aşağı içtiği bu haşlamaların ağır ve acı tesiriyle o anda bir deliliğe tutulur, bulunduğu yeri, baskını, arkadaşlarını, mahalleliyi, o tehlikeli saatin nezaketini, sonunun belasını hep unutur; hemen, yakaladığı bir sürahiyi olanca intikam hırsı ile Tosun’un başına fırlatır.

      Fakat Tosun hayli olgun bulunmakla beraber meyhanelerde iskemle iskemleye, yumruk yumruğa, bıçak bıçağa geçirdiği böyle zorlu vakalardaki tecrübeleriyle pek çevikleşmiş, tetikleşmiş olduğundan karşısındakinin niyetini anlar anlamaz iki kolunu yan yana getirerek başına siper eder, bu sürahi şarapnelinden yalnız birazcık bilekleri zedelenip, kanamak zararıyla kurtulur. İkinci bir hücuma meydan vermeden düşmanının üzerine bir yırtıcı hayvan gibi saldırır. Sakallı da pazısı güçlü bir azılı olduğundan alt alta üst üste korkunç bir boğuşmadır başlar.

      Vadedilen beşibiraradaların hesap sonunda böyle sürahi kırıklarıyla ödenmeye girişildiğini gören Emin, haber verme vaktinin gelmiş olduğunu anlar. Duvardan duvara volta vurarak alt kat merdiveninin ortasına kadar koşar bağırır:

      “Aşağıda ne kadar mahalleli… Muhallebi… Aşure… Sarığıburma… Baba tatlısı varsa yukarı geliniz. Hem erkek hem dişi, hem sakallı hem çarşaflı… Böyle bir mahluk… Seyri on paraya…”

      Uncu Ahmet’in safsatadan ibaret nutku karşısında artık âciz, yorgun, ispatsız ve tahammülsüz kalan Hasan Efendi’nin kulağına bu “Zampara yakaladık!” diye birdenbire bağırılan bu müjde gelince adamcağız şaşaladı.

      Haberin arasındaki sarhoşça bir eda ile karıştırılan “sarığıburma, baba tatlısı” gibi sözler müjdenin ciddiliğini bozuyordu.

      Zavallı yağlıkçı biraz önce bostandaki korkuluk vakasını hatırlayarak şimdi de yakalandığı müjdelenenin de o çeşit bir zampara karikatürü olmasını aklına getirerek:

      “Kahrolunuz… Biz sizi buraya bir yararlık umarak getirdik, siz körkütük oldunuz. Ne yaptığınızı biliyorsunuz, ne söylediğinizi…”

      Emin: “Vallahi değil, baba! Zamparaların en azılısını, en babacanını yakaladık.”

      Hasan Efendi: “Zampara diye tırabzan babalarını mı yakaladınız, ne yaptınız?”

      Uncu: “İçmiş içmiş sızmış… Besbelli rüyasında tatlıcı dükkânıyla zampara görmüş… Şimdi de uyanmış saçmalıyor.”

      Komiser, sarhoşun haberleri arasındaki “muhallebi, aşure” gibi fazla sözlerden çok “hem sakallı, hem çarşaflı” sözlerine dikkat ile bir anda ayılmıştı. Polislere başıyla hafif bir işaret verdi. Onlarla birlikte merdivenden yukarı fırladı. Ahmet’in sözünün gerisi ağzında kaldı. Mahalleli de polislerin arkasına takıldı.

      Uncu, o anda bir felaket kurşunu ile vurulmuşa döndü Artık işin safsataya, şirretliğe, atılganlığa, küstahça sözlere gelecek hiçbir tarafı kalmamıştı. Hakikat, bütün açıklığıyla, gülünçlüğüyle, acılığıyla, rezaletiyle şimdi anlaşılacaktı. “Ailem halkı” dediği on iki çarşaflının sonlarının ne olacağını asla düşünmeyerek yalnız kendi başı için bir kurtuluş çaresi arıyordu. Evde araştırma ile uğraşanların telaşlarından istifade ederek kaçmak istedi. Fakat nasıl ve nereden kaçabilecekti? Sokaktan ve bostandan fırlamak mümkün değildi. Çalyaka edileceğini biliyordu. Herif aşağıda kaçacağı yolu düşünürken komiser onun orada olmadığının farkına vararak nerede ise yakalayıp getirmeleri için iki polis saldırdı. Ahmet’i çekerek orta kat sofasına çıkardılar.

      Mahalleli meclis odasına geldiği zaman Tosun ile sakallıyı birbirinin canına kanına susamış bir kudurganlıkla soluk soluğa boğuşurken buldular. Saçlar ürpermiş, benizler atmış, gözler büyümüş, körük gibi kabarıp inen göğüslerin havasını alıp boşaltmaya yetmeyen ağızları açılmıştı. İki düşman birbirini ezmekte, koparmakta, ısırmakta kuvvetçe pata gelmiş, ikisinde de üst baş lime lime olmuş, iler tutar yerleri kalmamış, ortadaki masa devrilmiş, pencerelerden birinin alt camları kırılmıştı.

      Dövüşenleri birbirinden zorla ayırabildiler. Birbirine geçmiş iki harf gibi bacaklar, kollar sanki kenetlenmişti, öfke baldan tatlıdır atasözüne bundan daha açık bir örnek olamazdı. Vücutlarındaki yaraların berelerin acısını hiç duymuyorlardı. Her ikisini de birer tarafa çekmeye uğraşılırken hiddetin tadına kanamamış bu iki titrek vücut, aralarına giren insanları iteleyerek pozitif negatif iki mıknatıs noktası gibi birbirini çekiyor, hâlâ birbiri üzerine atılmaya uğraşıyordu.

      Sakallının çarşafı parçalanmıştı. Fakat bir fistan gibi belinden bağlı olarak hâlâ arkasında idi. Sorulan suallere akla gelebilecek kabalıkta cevaplar veriyordu. “Siz burada kaç zamparasınız?” denildiği zaman, terbiyenin söylenmesini caiz görmediği uzuvlarını sayarak “İşte bu kadarız.” diyor ve erkeklik duygularının hiçbir mahallelinin keyfine göre ayarlanamayacağını pek kaba bir dille anlatıyordu.

      İçkiyle öfkeyle akıl ve terbiye zıvanasından tamamıyla çıkmış bir herifi kendi hezeyan hâlinde bırakan mahalleli, içeride, çarşaflıların toplu bulunduğu odanın kapısını açtırttı.

      Kalabalık çekilince, sakallı kendi kendine: “Sizin böyle sokaklara, bu eve dolmaktan maksadınız rezalet seyretmek değil mi? Seyrine bu kadar meraklı olduğunuz bir şeyi bu gece ben size doya doya göstereyim.” dedi.

      Deminki kargaşalıktan kurtularak odanın bir köşesinde duran binliği yakalayınca, içinden hemen bir bardaklık kadar bir kısmını dikti. Sonra etrafına bakınarak iri bir nefes aldı. Vücudunu yukarıdan aşağı bir yokladı. Şimdi birkaç Tosun’la yeniden dalaşabilecek bir kuvvet buldu. Fakat bu bir hayal idi. Hakikatte zavallı sakallı, sarhoşluğun şuur dağıtan tesirine, abuk sabukluğuna daha ziyade tutulmuştu.

      Bu adam böyle içki ile akıl, kuvvet ve ataklık artırmaya uğraşırken öteki odada çarşaflı erkeklerin asıl kadınlardan ayırt edilmesi gibi hoş