Hüseyin Rahmi Gürpınar

Acı Gülüş


Скачать книгу

hâl dilleriyle biraz evvel görmüş oldukları neşe ve vuslat âleminin, o tecessüslü gözlere karşı apaçık birer hakikat satırı gibi oradaki esrarın ne olduğunu anlatıyordu.

      İhtiyar, genç bütün orada olanlar, dağıttıkları bu içki ve sevgi meclisinin, çok insafsızca bozdukları bu çalgı ve sefanın, korkuya çevirdikleri bu sınırsız neşenin vesikaları karşısında bir zaman düşünceli ve hemen hemen müteessir kaldılar. İçlerinde vicdan endişesiyle sarsılanlar oldu. Böyle bir eğlentiye gizlice çağrılaydılar gelmekte gecikmeyeceklerini içlerinden söyleyenler bile bulundu. Kendisinin yapmaya istekli olup da yapamadığı bir işi başkasının talihlilikle yaptığı durumlarda insanlarca o işi yapabilene karşı olan bu kin ve öfke nedir?

      Evet, bu böyle idi. İnsanların çoğu yasak işlerden ciddi bir çekinme ile kaçınır değildir. Yapmak ellerinden gelmediği şeyler için günah işlememiş olurlar ve sonra günah işleyenlere karşı atıp tutarlar. Hatta o kadar ki bazı kimseler, gizlice işledikleri günahların bir başkasının yaptığı meydana çıkınca onu kabahatli bulmak için herkesle ağız birliği yapmakta vicdanlarından sıkılmazlar.

      Bu soğukkanlı düşünceler çok sürmedi. Aslına bakılırsa sevda günahı işlemekten fizikçe işlemez hâle gelmiş ihtiyarlar kinlerini püskürmeye başladılar. Katılamadıkları bir zevki işleyenlere karşı bunu yapamama yüzünden düşmanlık duyan gençler de bu kötüleme işine karıştılar. Vazifeleri de bunu emrediyordu.

      En evvel Hasan Efendi dedi ki:

      “Artık ispata, şahide lüzum kaldı mı? Burası evden çok meyhaneye benziyor. Bu ne kadar kadeh, bu ne kadar meze? Karılar, zamparalar bizim tahminimizden daha çok imiş. Bu rezalete bakın; şu hâl, camide ön safta namaz kılan tespihli efendinin gösterdiği Allah’tan korkmak hâline yaraşık alacak rezaletlerden midir?”

      Komiser: “Ama dikkat ediyor musunuz? Ortaya saçılanlar hep kadın eşyası… Hiçbir erkek eşyası yok… Ne bir fes ne bir yelek ne bir ceket… Bu tuhaf.”

      Hasan Efendi telaşla: “Acaba ustalıkla horozları kapı dışarı uçurdular mı?”

      Yorgancı Hüsnü Efendi, dalgınlıkla meze tabağındaki tuzlu bademden iki üç tanesini ağzına atarak: “Hiç bu olur mu? Ev, önden arkadan sarılmıştı. Herifler iskete kuşu olsalar yine uçamazlar.”

      Yorgancı, tuzlunun üstüne ağız tatlılamak için elini soyulmuş armuda uzattığı sırada Hasan Efendi komşusunu dürterek: “Ne yapıyorsun?”

      “Sarhoşun mezesini yemek helaldir.”

      Komiser ne yapacağını düşünmek için elini fesinin içine sokup başını kaşıyarak: “Şimdi odadakileri gürültüsüzce dışarı çıkarabilmenin bir kolayına bakalım.”

      Hep birden sofaya çıkarlar. Komiser odalardan birinin kapısına parmakları ile hafifçe vurarak: “Ahmet Efendi, nerede isen meydana çık.”

      Ses yok.

      “Saklanmayla ses çıkarmamakla yakayı kurtaramazsın. Kapı önünde halk bekliyor.”

      Yine ses yok.

      Komiser yumruklarının şiddetini büsbütün yükselterek: “Sokak kapısını kıran ahali oda kapısını açmakta zorluk çekmez. Bizim vazifemizi güçleştirmek kendi hâlinin kötülüğünü büyütmek demektir. Her şey yine olur fakat çok fena surette olur. Ecnebi patentasıyla bir memleketin kökleşmiş âdetine karşı gelinmez. Burası İslam mahallesidir. Âdetlerine uymak lazımdır. Ahaliyi kandırmak için nasıl camiye gider görünmüş isen şu saatte de yine o halkın iradesine boyun eğmeye mecbursun. İşi uzatma.”

      Cevap yok.

      Komiserin bu boş çekişmesini merdiven altından dinleyen sahte kör ile topal, işin ne hâl alacağını görmek merakı içinde yanıp tutuşurlar. Yukarıya çıkmaktan kendilerini alamayarak sendeleye seke sofaya gelirler. Polisler bunları görünce dışarı atmak için hemen yakalarına yapışırlarsa da Hasan ve Hüsnü efendiler, “Onlara dokunmayınız, bizim kalfalarımızdır. Baskın işinde kullanmak için bu gece biz alıkoymuştuk. Baksanıza biçareler candan hizmetleri yolunda sakatlanmışlar. Burada kalsınlar. Bu hâllerinde de sırası gelince yine yararlık gösterebilirler.” diye arka çıkarak ikisini de bıraktırdılar.

      Ahmet’e karşı komiser bir çeşit yalvarmadan tehdit etmeye doğru sözlerini yükselterek kapı açtırmak çekişmesinde devam etmekte iken Tosun’la Emin oradan sıvışarak meclis odasındaki boş kalan içki sofrasının başına geçmişlerdi.

      İki kalfa, içkinin, mezelerin bu çeşitli bolluğunu görünce evvela yutkuna yutkuna dolap beygiri gibi sofranın etrafında dolaşmaya giriştiler. Nereden başlayacaklarını şaşırmışlardı. Sonunda Tosun, havyarın üzerinde mıknatıslaşmış gibi dikili kalan gözlerini oradan ayırmayarak: “Gördün mü ulan körlüğün topallığın kerametini? Mangizsizlikten rakıya hasret kalıp da rüyamda anzorot sofrası gördüğüm zaman hep Dış Kalpakçı’nın yağsız piyazıyla ciğer tavasını görürdüm. Vay canına be, böylesi düşüme bile girmezdi. Enayiler hep şarkı çağırmışlar, hiç meze yememişler ki!..”

      “Atacak mıyız?”

      “Avalın sualine bak… Durulur mu ulan?”

      “Ya usta görürse?”

      “Usta bizden pisboğazdır. O mutlak buradan birkaç kırıntı çimlenmiştir. Görmüş gibi bilirim, duramaz.”

      Kadehlerde olan kalmış yudum, rakı, her ne varsa birer birer diktiler. Niyetleri oradaki içkinin damlasını israf etmemekti. Sonra birer yaylım hücumu ile mezeleri avuçladılar. Tosun, avurdundakini yutmaya uğraşarak: “Ulan deve gibi atıştırma. Sonra şişedeki rakıları mezesiz mi çekeceğiz?”

      “Kasavet çekme be… Baksana… Sana da yeter bana da… Buradakileri bitirirsek kilere gideriz. Acaba o nerede? Keşfedemez miyiz?”

      Emin, içkiyi kadehe bardağa koymak zahmetine katlanmayan acele bir iştah ile dolu şişelerden birini kavrar, lakır lakır yarıya kadar diker.

      Tosun: “Küfelik olacaksın be…”

      “Bana ne? Küfeyi taşıyacak hımbıl düşünsün.”

      “Biraz idareli git.”

      “İdareliye vakit var mı? Şimdi bizi buradan elerler. Kendini Sandıkburnu’nda koltukta mı zannediyorsun? Onlar bizi buradan süpürmeden biz sofrada ne varsa sömürelim. Haydi bakalım, cebinde kirli mendil, sicim yumağı, daha mideye yaramaz ne varsa at. Sofradaki kuru yemişleri, soyulmamış yaşları hep tarayalım. Allah bu nimetleri işte bize kısmet etti.”

      “Rakı nasıl ulan?”

      “Buna rakı deme be, günahtır. Miskiamber suyu… Boğaza hiç dokunmadan içeri hava gibi gidiyor. Daha işkembem bir şey duymadı. Ne olacak? Orospu rakısı… Çeker, çekersin doyurmaz. Hele bir kere sofaya dikiz gel. Bizi böyle sofra başında gırla çekerken yakalamasınlar.”

      Tosun, oda kapısına giderek dışarısını çabuk bir bakışla kolaçan ettikten sonra: “Burada bizden başka rakı kıymetini bilen yok. Avallar hep uğraşıyor… Ahmet’e yalvarıyorlar yakarıyorlar çıkmıyor.”

      “Vay gözünü sevdiğimin Ahmet’i be… Çıkma sakın koca herif… Camide tespih çekersin, evde rakı… Sonra göbek fırtınasına kaptanlık yaparsın. Bu akşamki bora belalı geldi. Bize küfelik olmadan oda kapısını açarsan sonra geçmişine kantarlıyı ben de çekerim.”

      Sofrada yaş, kuru taşınabilir ne varsa ceplerine doldururlar. Tosun yerde bir mendil bulup burnuna götürerek: “Ne kadar baygın baygın aftos kokuyor. İçime ezginlik geldi. Mendili böyle, acaba bunun sahibi cenabet karı nasıl kokar?”

      “Yadigâr