iki yukarı halayığı ile bir de Arap cariye harem halkını tamamlamış olurlar. Selamlıkta bir Şaban Ağa vardır ki, unvanına “aşçıbaşı” derler ise de hiçbir yamağı bulunmak şöyle dursun ayvazı bile olmadığından o vazifeyi de kendisi görür. Bir de Mehmet Ağa vardır ki vekilharçlık, harem kâhyalığı ile Demir Bey’in kahvecilik, tütüncülük gibi uşaklığından ibaret hizmetlerin tamamı bu adamda toplanmıştır. Selamlık halkını tamamlayan Selim Nişo ise hem beyefendinin atına bakar, hem bahçıvanlık eder, hem de bey bir tarafa gidecek olursa çubuk kesesini ve hayvan örtüsünü yüklenip arkası sıra gider.
Korkarız “çubuk kesesi”nin ne olduğunu anlayamadınız? Ortada çubuk kalmadı ki, kesesini anlayasınız! Bir vakit yaseminden, kirazdan, gürgenden boyalı boyasız, uzunlu kısalı çubuklar yapılarak tütünler onlar ile içilirdi. Bir yere gidildiği zaman da bu çubuklar kendi boylarınca siyah çuhadan yapılmış keselere konulup uşağın eline verilirdi. Daha kibar olanların yani mahsus tütüncü veya çubukçu ağaları bulunanların bir de sırmalı çantaları bulunarak ağalar onları omuzlarlardı. Şimdi ise el kadar sigara kutusunu pantolonun cebine sokuvermek derecesinde kolaylıklar bulunmuştur.
Şemsizadeler konağının Cihangir Mahallesi’nde en fazla dikkat çeken bir hane olduğunu söyledik. Bunu tekrar söyleyip izah ederiz. Bu konağın bir hamamı vardır ki parlak mermerden yapılmıştır. Emsali pek çok büyük konaklarda da bulunmaz. Limonluk, şimdiki baş usulünde değil ise de eskiden kalma geniş ve muntazam bir şeydir. İki masura taksim edilen suyu iki havuza akar ki birisi fıskiyelidir. Bahçe yeni tarza göre tanzim olunmamıştır. Ama eski tarz bahçeleri hatırdan çıkarmayalım! İstenilen taraflara doğru kol attırılan yaseminler, şimdiki sarmaşık güllerine hiç de gıpta ettirmezler. Çiçekliklerin etrafına dikilen şimşirler şimdiki güllere rağbet bile ettirmezler. Yemiş ağaçları miskin bodur fidanlardan ibaret değildir. Koca ağaçlardır ki baharda çiçekleri, onu müteakip yeşillikleri ve nihayet olgunlaşmış meyveleri, baharın verdikleri kokusu, yaprakların yeşilliği, meyvelerin lezzeti ile göze de, buruna da, dimağa da hizmet ederler. Bunlar akasya nevinden koku veren ağaçlara hiç ihtiyaç bırakmazlar.
Konağın içi de pek süslenmiştir. Setli sofalar, kemerli kapılar, çiçeklikli hücreli odalar, yaldızlı tavanlar, tepe camları her ne kadar eski tarzdan bir bina olduğunu gösterirler ise de yeni tarzın “bakla kadar sofa, nohut kadar oda” sayılan binalarına kıyasen şu eski haneler hakikaten tercih olunurlar.
Şimdi Cihangir’deki konak yavrusu hanemizi beğendiniz ya! Bundan sonra da şu konak içinde işbu ilk kitabımızın başlığı kendisine sıfat olan “Mahmum”u görelim.
2
“Mahmum” dediğimiz adam Şemsizade Feride Hanım’ın kocası Demir Bey’dir.
Bu adam gayet uzun boylu, gayet iri kemikli ve sağlam bünyeli bir şeydir. Ama şişman değildir. Zaten şişmanlar sağlam bünyeli olamazlar ki. On beş yirmi kıyye kuyruk yağını taşıyan biçare şişman olan adam bu daimi olan ağırlıktan dolayı sıkıca yirmi adım atacak olsa nefesi nefesini takip ederek çatlamak derecelerini bulur.
Bizim Demir Bey, elbiselerini giydiği zaman şişman gibi görünür ise de bu hâl kemikli bir vücuda sahip olmasındandır. Yoksa vücudu zinde bir adamdır.
Yaşını haber vermek mümkün olamaz. Henüz sakal bırakmamıştır. Fakat her sabah kendi kendisine tıraş olduğundan sakalının rengini gören yoktur. Bıyıklarını boyar. Kaşlar, zaten en geç ağaran kıllardan olmak hasebiyle boyaya ihtiyaçları yoktur. Kafasında ise hiç kıl kalmamış bulunduğundan ve boyaya ihtiyaç olmadığından kafası kaşlara galiptir. Böyle bir adamın yaşı tahmin edilebilir mi?
Şu kadar var ki Demir Bey, Sinop vakasından sonra kurtularak cengâverler ile birlikte İstanbul’a gelmiştir. Zaten yaralı da olması nedeniyle Mısır’daki askerî hizmetinden dolayı emekli olmuştur. Şemsizade Feride Hanım ile evlendiği zaman âdeta “genç” denilecek zamanı geçmiş ve “yaşlı” diye tayin olunacak mertebeye de pek yaklaşmıştı. Sinop vakası bu! Vuku üzerinden kaç sene geçti bilir misiniz? Otuz beş otuz altı sene geçti! Hâlbuki bizim Demir Bey, pek yakın vakte kadar sağdı. İhtimal ki hâlâ sağdır. Hastalığı ise Feride Hanım ile evlilikten yirmi beş sene sonra meydana gelmişti.
“Yaşlı deyiversenize!” mi dediniz? Baş üstüne! “Yaşlı!” deyiverdim!
Bizim Demir Bey, yaşlıdır. Fakat hâlâ demir gibidir. Şiddetli bir hastalık ile perişan olmuş ise de o tehlikeli hastalıkla boğaz boğaza savaşıyormuşçasına tahammül göstermektedir.
Demir Bey’e Mısır askerî hizmetinden emekli oldu dedik. Buna bakıp da Arap olduğunu zannetmeyiniz. Hâl ve şanına bakılırsa Arnavut olduğu anlaşılıyor. Fakat lisanı Arnavut gibi değildir. Arnavut’tan ziyade bazı Macar dönmeleri gibi konuşur. Bir defa ağzından “İstanbulluyum!” dediği işitilmiş. Fakat Demir Bey öyle uzun uzadıya sohbet adamı olmadığından hayatını geçmişiyle, mübalağasıyla hikâye edenlere de benzemez. Tuhaftır ki Mısırlıların çoğu bu Demir Bey’e benzerler. Sessiz olurlar. Çok konuşmazlar. Konuşturmazlar bile! Asla ve nesle dair sözü hiç sevmezler. İhtimal ki, Mehmet Ali merhumun Anadolu’dan, Rumeli’den, Arnavutluk’tan, Yunanistan’dan, Kafkas’tan filandan topladığı türedilerin her biri neseplerini itiraftan aciz kalacak deli boz takımından oldukları için böyledirler.
Demir Bey’in zevcesi Feride Hanım, bu zat ile pek genç evlenmiş olduğundan, bir çeyrek asırdan fazla birlikte yaşadıkları hâlde kadın kırkını henüz yeni geçmiştir. Lakin yaşça kocası ile kendi arasındaki farktan şikâyeti işitilmemiştir. Kocasını sever mi? Bilemeyiz! Demir Bey gibi adamlar sevmek sevilmek mevzularını hiç ortaya koymazlar. Onlar evliliğe “geçinmek” derler. Geçinirler giderler. İnce eleyip sık dokumazlar.
Feride Hanım kocasının bir anda şiddetli bir hastalığa tutulması üzerine derhâl tabip celbinde bir dakika bile geçirmedi. Ancak tıbbın hâli bu ya! Gelen tabip:
“Dokuz günü aşırırsa tehlikesi on sekizinci güne kadardır. Onu da aşırır ise bir şeyi kalmaz. Biz tedavide kusur etmeyiz.” yollu bir cevap ile kadıncağızı ümit ile ümitsizlik arasında bırakmaktan başka bir hüner göstermemişti.
Rabb’im kimseyi doktora muhtaç etmesin! Doktorların insaflıları kendileri de itiraf ederler ki, bu hastalıkları tedavi konusunda çare bulmak şöyle dursun, henüz anne rahmindeki bir cenin hâlindedirler. Gerçi tıp ilmi birçok noktadan çok geniş ve ince bir ilimdir. Âdeta tüm ilimleri öğrenmeyi gerektirir. “Osteoloji” adıyla insanın bünyesiyle ilgilenmenin dışında, “fizyoloji” ve “psikoloji” namıyla başka alanları da kapsamaktadır. “Matiere medicale” diye yeni gelişen kimya ilmi, biyoloji ilmi ile de ilgisi fazladır. Doktorların bütün bu ilimlerle birlikte her cismin, her maddenin özelliklerini de bilmesi gerekiyor. Demir Bey’in hangi hastalığa tutulduğu tespit edilmiştir. Ne fayda ki sülfat onun sıtmaya deva olabildiği derecesinde olsun henüz buna cesaret edememektedirler. “Natur yardım ederse şifa bulur.” derler ki, bir kocakarının da diyebileceği söz bundan ibarettir.
Bereket versin ki bizim Demir Bey, naturun yardımına en ziyade uygun olan vücutlardandır. Hastalığının dokuzunu öyle bir metanetle geçirdi ki, biçare adamcağızda görülen yüksek ateş, sair çürük ihtiyarlarda görülseydi çoktan helak olurdu. Tabipler, Demir Bey’de bu metaneti görünce epeyce ümitlendiler. On sekizinci günü beklemek hususunda da Feride Hanım’ın cesaretini arttırdılar.
Kocasının ilk hastalandığı esnada Feride Hanım Paris’te bulunan oğluna mektup yazarak babasının ümitsiz bir hâlde bulunduğunu beyan ile hemen İstanbul’a gelmesini bildirmişti. Bu çocuk mektepte miymiş, dışarıda mıymış, nerede ise henüz kimsenin görmediği bir oğul olduğunu evvelce haber vermiştik