Hüseyin Rahmi Gürpınar

Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür


Скачать книгу

döşeğimin çevresinde rezalet taştı. Evin en ateşli sermayeleri şimdi birer birer koynuma giriyorlardı. Beni bitirdiler. Öpülmedik yerim kalmadı. Bende değil o hafta içinde, altı ay sonra bile güvey girecek takat bırakmadılar.

      5

      Eve döndüğüm zaman annem suratımı görünce benzimin bozukluğundan korktu:

      “Şadan!” dedi. “Bu hâl ne? Ölü benzi bağlamışsın.”

      Ben de içimden, Ah anacığım, falcı mısın? Benim ölüp dirildiğimi ermişler gibi nasıl da anladın? dedim.

      Annem telaşla sözü sürdürdü:

      “Söyle bana… Söyle, ne oldu sana? Üç ay hasta yatmış gibisin.”

      “Üzüntüden böyle oldum? Evlenmesi öyle kolay bir iş değil…”

      “Bu gece nerede idin?”

      “Feridun Bey’e gittim.”

      “Canım bir aralık evden ayrılmak olur mu? Baban seni kaç defa aradı. Bulamayınca da kızdı. Hakkı yok mu? Artık çocuk değilsin oğlum.”

      “Anneciğim, evlenmenin şartları şurtları var. Ben birkaç defa güveyi girmedim. Acemi, toy bir çocuğum. Feridun Bey’den bazı şeyler öğrenmeye gittim. Sana söylenmez. Erkekçe şeyler…”

      “Pekâlâ… Pekâlâ oğlum. Sakın gerdeğe girdiğin gece bir pot kırma. Güvey girmenin yolunu yordamını iyice güzelce öğrendin ya?”

      “Merak etme anneciğim. Yüzünüzü kara çıkarmam.”

      Annem: “Aha benim tosun evladım…” sözleriyle yüzümden öptü, arkamı okşadı. Ama ben o kadar hâlsizdim ki bu tosunluğuma içimden bir türlü inanmak gelmiyordu.

      Annem bir akşam sonra oğlunun mürüvvetini görmeye hazırlanan bir ana gururu ile derin derin yüzüme bakarak:

      “Yarın sabah erkenden amcan Hacı Münir Efendi gelecek. Baban, sen, üçünüz mezarlığa ölüleri ziyarete gideceksiniz. Büyükannenle teyzen seni ne kadar severlerdi. Mürüvvetini göremediler.”

      Annem gözlerine toplanan acının sızıntılarıyla beraber burnunu da silerek:

      “Sonra Hazreti Halit’e inip orada dua edeceksiniz. Ondan sonra da koltuğa gireceksin.”

      Ah ben o kutsal yerlere nasıl gidecektim? Kaynar sularla kırk gün yıkasalar yine de temizlenmeyecek kadar kendimi ruhça, bedence mundar görüyordum.

      Evliya ziyareti ve mezarlıktan önce ben bir, belki de birkaç doktorun vizitesine muhtaçtım. Ama ne cesaretle ne yüzle hangisinin karşısına çıkıp da derdime derman isteyebilecektim? Yıllanmış hastalığımın son kötü davranışımla azan yaraları birkaç saatin içinde nasıl şifa bulabilirdi? Böylece mucizeler gösterecek bir doktoru nerelerde bulabilirdim? Günahlarımı onlara bütünü ile açık seçik anlatsam, en ustasından en yenisine kadar hepsi beni yanlarından kovmaktan başka ne yapabilirlerdi? Ben işte böyle berbat bir hâlde gerdeğe girecek, her şeyden habersiz, bakir, masum bir kızın döşeğini, vücudunu, bütün ümitlerini, mutluluğunu kirletecektim…

***

      Her şey oldu. Güvey girdim. Evet, dedikleri doğru, nikâhta başka, gerçekten başka keramet var. Sevdim. Galiba o da beni… Öyle bir ince diplomatlıkla işi idare ediyorum ki kendimden ummadığım bu ustalığa, bu becerikliliğe kendim de şaşıyorum.

      Karım Sabiha Hanım öyle olağanüstü bir güzel değil. Ama sevimli. Kadınların deyimince yüreği yumuşak, terbiyeli, benzerlerine bakınca öğrenimi mükemmel, iyi piyano çalıyor, bülbül gibi Fransızca konuşuyor. Ünlü Fransız yazarlarını bütün eserleriyle, biyografileriyle tanıyor.

      Bilgi bakımından ben yanında yayayım. Pek küçük düşmemek için bazen yarı atmasyon yolunu tutarak bilgiçlik taslamaya kalkışıyorum. Derhâl incelikle yanlışımı düzeltmeye ve beni incitmemeye bakıyor.

      Bu düzeltmeler karşısında ben bir iki öksürük ve yutkunma ile hemen sözü değiştiriyorum.

      Bu konuda size bir misal vereyim: Bir gece karım bana birçok şeyden söz etti. Ben o kaba hayvanın kaval dinlemesi gibi dinledim. Konuşma sırasında George Sand ile Gustave Flaubert’in adları geçti. Ben de bu alanda büsbütün kara cahil görünmemek için Yaradan’a sığınıp şöyle bir şey attım:

      “George Sand’e de yaraşır mıydı?”

      “Yaraşmayan nedir?”

      “Karısına hıyanet etmek…”

      Sabiha keten mendilinin buruşukları arasından kahkahasını boğarak:

      “A beyim, George Sand kendisi kadındı.”

      Hay Allah zırıltısını versin! Hiç Corci, Yorgi kadın olur mu? Bu ne ters ad? Fena bozuldum. George Sand, kadın… Sonra öte yanda La Fontaine erkek… Bu ne münasebetsizlik? Bu defa öksürükle, aksırıkla bilgisizliğimin onarılması mümkün değil.

      Karım, utancımı hafifletmek için dedi ki:

      “George Sand’in hıyanetlerini söylemek istiyordunuz. Yanıldınız. Bu romancının en büyük hıyaneti, en çok söylenmiş olanı, Alfred de Musset İtalya’da hasta, hem de pek ağır hasta yatarken şairin üstüne doktoru ile işlediği suçtur.”

      “Evet, evet… George Sand’in bu ünlü şaire hıyanetlerinden söz edecektim. Nasılsa ters söyledim.”

      George Sand hakkındaki bilgimden sıfırı aldım. Artık sussam ya… Ne gezer… Öyle uyanık, kültürlü bir kadının kocalığına layık olduğumu ispatlamak için benim de edebiyat konularında birkaç şey bilmem gerekti. Flaubert adını çok işitiyordum. Bu adam sakallı mıdır bıyıklı mıdır? Hayatta mıdır değil midir? Ne resmini gördüm ne biyografisini okudum. Ne de eserlerinden tek bir satır… Yalnız kuvvetle bildiğim bir şey, çok ünlü bir edip olmasıydı. Şimdi bu esas üzerine bazı bilgileri gümletecektim.

      Bir yazar nasıl ünlü olur? Şüphesiz çok eser yazmakla… Bu sağlam nokta üzerine artık George Sand’i erkek sanmak gibi bir faka basmak tehlikesi görmüyordum. Bunun için bütün hayranlığımı gözlerimde toplayan bir takdirle:

      “Hanımcığım, bu ne yaratıcı bir dimağ? Bu adam o kadar çok eseri nasıl yazdı? Millet Kütüphanesine dağ gibi roman yığdı. Hayret… Hayret… Doğrusu çok şaşılacak şey değil mi?”

      Bu defa karım kahkaha kopardı. Bilgisizliğimin derinliğine acınır gibi yüzüne çöken bir hüzünle:

      “Flaubert’in eserlerindeki üstünlük sayılarının çokluğunda değil, niteliğindedir.”

      Sabiha, “Madame Bovary”den başladı. Yazarın yediyi sekizi geçmeyen eserlerini birer birer saydıktan sonra:

      “Genellikle yanlış bir kanı vardır. Büyük yazarların değer ve dehâlarını eserlerinin çokluğu ile tartarlar. Fransa’da Victor Hugo, Balzac, Alexandre Duma, Emile Zola gibi çok yazan büyük muharrirler yaşamıştır. Ama bunlar bir sıraya hep şaheserler yaratmamışlardır. Hugo’nun eserleri içinde değersizleri de vardır. İnsanlık Komedyası külliyatında cılızları çoktur. Çok veren ağacın bütün meyveleri besli ve gıdalı olmaz. Bu yazarlar zamanlarını ünleriyle doldurmuşlardı. Bugün hemen hemen okunmuyorlar.

      Ama ‘Romeo ve Juliet’, ‘Tartuffe’, ‘Faust’ gibi hayat suyu ile yazılmış ölümsüz, olağanüstü eserler var. Bunların değerlerini yazarlarının yaratıcı güçleriyle ölçmeyip çok eser yazma nitelikleriyle ölçmeye kalkışmak kimin aklına gelir.

      Sonra ‘Paul et Virginie’, ‘La Dame aux Camélias’ ayarında şaheserler her kuşağın dimağından