Hüseyin Rahmi Gürpınar

Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür


Скачать книгу

büyük kelimeler, işitilmedik sözler, nazik kafiyeler arayan saz benizli, avare hisli şairlere de değil…”

      “A beyim, bu dediklerinin arasında gerçekten dâhileri var. Bunların bazı şiirlerini o kadar beğeniyorum ki…”

      “Hayır… Yalnız senin beğenmenle kimseye bu yüksek unvan verilemez… Bunlarda dâhilik değil, on paralık akıl yok. Çünkü şu zamanda arabacılık şairlikten çok kazanıyor. Ve daha da itibarlı sayılıyor. Ve yine çünkü zamanımızda bir şair şiirlerini bir editöre götürdüğü vakit, kitapçı büyük bir eda ile kâğıtsızlıktan, baskı işlerinin fazla masraflı ve külfetli oluşundan söz ederek kafa tutuyor. Bastırılmak için getirilen eserleri bedava bile kabul etmiyor. Ama bugün Eminönü’nden Hobyar’a bir araba sorduğun vakit müşterinin zararına belediyenin tayin ettiği fiyatların yüksekliğine rağmen herif cevap vermek tenezzülünde bile bulunmayarak başını öteye çeviriyor. Arabacılar, hamallar şairlerden daha nazlı ve tok…”

      “Şairlerin, ediplerin değerlerini belirtmek için bula bula bu ölçüyü mü buldunuz?”

      “Dur hanım, dur… Ortada bir dâhi sözü var. Güme gitmesin.”

      “Dinliyorum.”

      “Bizim Türk ediplerinin çoğu kendilerini dâhi sanırlar. Ahmaklığımıza kanaat getirmedense nefsimiz hakkındaki bu iyi niyetimiz fena bir şey değil. Ama ne yapayım ki kendini dâhi sanmak kadar budalalığa parlak bir örnek olamaz. Bizde edipler hep dâhi, ilk hikâyeler de şaheserdir.”

      “Aman bey, bugün ulu orta yürüyorsun! Her çirkin kadın kendini güzel sanmak za’fına yenilmektedir. Evet, hakkın var. Çok budalalar da kendilerini dâhi sanırlar. Ama Hurrem Medari Bey bunlardan değildir.”

      “Ay, neden?”

      “İspatı üstünde.”

      “Nedir? Söyle…”

      “Bak kaç yıldır şu köşk boş duruyordu. Uğursuz diye kimse tutmaya cesaret edemiyordu. Böyle boş inançları çiğneyecek ayakların üstünde Hurrem’inki gibi bir kafa, bilgiyle dolu bir kafa olmalı.”

      Sebebini bilmeden Hurrem’e karşı kalbimde bir düşmanlık kaynıyordu. Ben onun arkasından atıp tutarken karım onu korudukça büsbütün coşuyordum.

      Bilimle aptallaşıp da küçük dağları biz yarattık der gibi insanlığa kafa tutan bu fodullardan hiç hoşlanmam. Behey adam, neye kuruluyorsun? Senin ilim dediğin nedir? Uzayı mı ölçtün? Ecele çare mi düşündün? Seni büyük gösteren kendi bilgin değil, çevrendekilerin bilgisizliğidir.

      9

      Yeni kiracıların uğursuz köşke taşınmaları üzerinden bir hafta geçti. Bütün çevreyi birçok söylentiler sardı. Her semtte dedikodu borsasına benzeyen evler vardır. Bire on katarlar. Ne işitilmedik koftiler atarlar. Halk da şişirilmiş yalanları saygıyla selamlamaya pek heveslidir. Çünkü adi lakırtılardan herkes bıkmıştır. Hayretten ağızları açık bırakacak, sinirleri tambura gibi gerecek sözler işitmek isterler.

      Şairlerimizi yalanın üst perdelerine fırlatan işte halkın abartılmış şeylere karşı gösterdikleri bu olağanüstü ilgidir. Bu abartışların bizde iki kaynağı vardır: Acem Edebiyatı ve Tandırname…

      Sokak kapısının anahtarını bir cebine, tütün tabakasını ötekine yerleştirdikten sonra ev ev dolaşan havadis tellalı çenesi düşük ne kocakarılar vardır. Dişsiz ağızlarına baktırtacak adam ararlar. Allah için söylemeli, o kadar da tatlı anlatırlar ki…

      Bunlardan biri Didar Bey’e komşu idi. Latife Hanım. Biraz kambur, çenesinin ucu yukarıya kalkmış, burnunun tepesi aşağı kıvrılmış… Aralarında hemen hemen birbirine çatacak bir fısıltı var gibi duruyorlar. “Ferhat ile Şirin”deki cadıyı andırır eski tip bir kocakarı… Bunun bir eline okkalı bir fincan kahve, ötekine yanmış bir sigara sunduktan sonra artık dinlemeli… Kaplumbağalar deve, sivrisinekler yarasa olur.

      Bir sabah Latife Hanım köşke gelmişti. Dinleyiciler halkası ortasında, elinde sigara, kahve, anlatıyordu. Sabiha ile biz de onu dinlemeye indik.

      Dedikodunun temelini uğursuz köşkün yeni kiracıları teşkil ediyordu. Latife Hanım, her yudum kahvenin arkasından, çektiği her nefes sigarada gözlerini süzüp sözün balını akıta akıta diyordu ki:

      “Uğursuz köşke taşınanlar, Mısırlı mı diyorlar, hasırlı mı diyorlar, yeni biçim bir laf var. İşte o çeşit karı koca imişler. Beraber Faris’e gidip gelmişler. Herif karısını başka erkeklerden hiç kıskanmazmış. Frengistan’da fena hayvanın etini yemişler. O zıkkımı ziftlenen kocaların havsalaları genişlermiş. Galiba şimdiki tazeler, kocalarına gizli mizli her ne biçimde olursa olsun bu etten yediriyorlar ki karıları ta topuklarından iman tahtasına kadar yarı çıplak sokağa çıktıkları zaman beylerin ağızları, dilleri bağlanıp bir şeycik söylemiyorlar. Raife de kocasına bu etten yedireydi belki ölümden kurtulurdu.”

      Kaynanam Nuriye Hanım, biraz çatkın, söylendi:

      “Latife, yine sabah sabah insan eti çiğniyorsun. Ah dedikoduyu da ne kadar çok seversin.”

      Latife Hanım uzun bir besmele çekip ellerim yukarıya kaldırarak:

      “Allah esirgesin! Dedikodu sevmem, ödüm kopar. Kadınım ben Allah’tan korkarım. Kendi günahım bana yetişiyor. Bir de el âlemin mundar günahlarını yüklenmek istemem. Tanrı günde binbir ayıbımızı görüyor da yüzümüze vurmuyor. Dedikodu olan yerden ben kaçarım. Gideyim…”

      Sabiha Hanım, annesinin kulağına eğilerek:

      “Anne, yapma. Rica ederim. Latife Hanım’ı söyletip yeni komşularımız hakkında biraz bilgi alalım.”

      Nuriye Hanım: “Ben gideyim de kızım, siz konuşunuz. Kulaklarım duymasın. Daha buraya dün taşındılar. Bize bir fenalıkları yok. Paris’e gitmişler. Domuz eti yemişler. Kocası karısını kimseden kıskanmazmış. Neme gerek bunlar benim. Her koyun kendi bacağından asılacak.”

      Nuriye Hanım odadan çıkar.

      Kocakarı, alaylı bir gülümseme ile gözlerini çevresindekilerin suratlarında gezdirdikten şonra Sabiha’ya dönerek:

      “A… Hayırdır inşallah! Bu sabah annene n’oldu böyle kızım? Ben işittiğimi söylüyorum. Buna insan çekiştirmek denir mi? Bizim biligimiz yok. Fazlımız yok. Kitap okumuyoruz. Bir şey yapmıyoruz. İşittiklerimizi de söylemezsek ne konuşacağız, kuzum? Kim bilir ne oldu? Annenin bugün siniri tutmuş. Beybabanı çekiştirsem öyle tatlı tatlı dinler ki…”

      Sabiha Hanım: “Sen ona bakma Latife Hanımcığım. Bu yeni komşularla ilgili daha ne duydun? Anlat…”

      “İnsan insanın şeytanıdır. Bak beni zorla söyletiyorsunuz.”

      Ben, kışkırtıcı bir tatlılıkla, kocakarının yüzüne gülerek: “Söyle, söyle Latife Hanımcığım. Seni dinlemekten o kadar büyük bir zevk duyuyorum ki…”

      Latife Hanım, derin bir memnunluk sırıtmasıyla:

      “Damat bey, sen de öyle şeytan gibi damarıma girme. Ben özü sözü doğru bir kadınım. İçimde kötülük saklayamam. Yalvarana yüzüm tutmaz.”

      Şadan Bey: “Anlat kuzum Latife Hanım, daha ne duydun?”

      Kocakarı: “Aaaa, neler de neler… Maydanozlu köfteler… Üç gün üç gece anlatsam yine de bitmez.”

      Ben: “İşte hep o tatlı ağzına bakıyoruz. Haydi…”

      Latife Hanım: “Oğlum yerinde delikanlısın. Ağzımın tadını nereden anladın? Ben onu rahmetliden başka kimseye tattırmamıştın.”

      Ben: