Hüseyin Rahmi Gürpınar

Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür


Скачать книгу

düzenini, gezmesini, tozmasını, eğlenmesini düşünürmüş. Herif bazen kütüphanesine kapanırmış. Burnunu kitapların arasına sokarmış. Haftalarca okurmuş, yazarmış… Karı ötede fink atarmış. Koca böyle yazıp çizip de el âleme akıl öğretmeye uğraşacağına, başını kaldırsın da ötede karısı ne haltlar yiyor, ona baksın. Bu okumuşlar ahlaksız, itikatsız oluyorlar. Tanrı’nın işine karışıyorlar. Haydi oradan mıymıntı, senin ne haddine? Sen bir sivrisineğin bacağını yaratamazsın. Okumuşların nefesleri keskin olur. Gelsin benim sızılarımı geçirsin de onun okumuşluğunu anlayayım.”

      Latife Hanım’ı kızdırdık, coşturduk. Ağzından saçma sapan epeyce lakırtı aldık. Birçok büyütülmüş ayıplamaların, kınamaların içinde bazı gerçekler de pırıldamıyor değildi.

      Burnu kitaplara gömülü, ansiklopedik bir koca… Genç, hoppa, oynak, fingir fingir bir karı… Böyle komşulara sahip olmak hayalimden bile geçmeyen bir nimetti. Elbette Hurrem Bey ailesiyle görüşecek, belki de sıkı fıkı dost olacaktık. Adamcağız alafranga meşrep bir filozof… Latife Hanım’ın anlatışına tamı tamına uygun değilse bile, hiç şüphesiz, karısını horozdan kaçıran takımdan da olmayacak. Avrupa’da jambon, sosis yemiş olması da pek inanılmayacak bir şey değil… Bakalım bir de Tandırname hikmetini deneyelim. O hayvanın etini yiyende kıskançlık gerçekten azalıyor mu? Anlayalım…

      Bu sırada ancak tutulabilecek kadar bir uç kalmış olan sigarasının son dumanlarını fusurdatan Latife Hanım, pencereden bahçeye bakarak haykırdı:

      “İşte, işte! İşte karı koca kol kola gezmeye çıkmışlar. Ağaçların altında dolaşıyorlar.”

      Hepimiz panjurlara yapıştık. Hurrem Bey’in arkasında yakası açık renk ipekli, önü kordonlu, barut renginde bir pijama… Saç sakala, sakal bıyığa karışmış koskoca bir Sokrat kafasının ortasında kulaktan takılı gözlüğün iki camı parlıyor.

      Bilgin adam, kıllarının içinde kaybolmuş küçük burnu ile biraz finoları da andırıyor. Tüylerini kırptırmaktan korkan filozoflarımızın, şairlerimizin tuvaletsizliği bunda da var. Ama Hurrem uzaktan göründüğüne nazaran genç, yallah yallah otuz beş… Fazla yok.

      Kadının gür saçları bir krep parçası içine torba gibi tıkıldıktan sonra yanlardan fışkırmış, taşmış. Arkasında hafif bir bluz. Gerdanında, göğsünde altın, inci, kehribar, akik, epey şeyler parlıyor. Diz kapaklarını ancak örten bir eteklikten sonra ipek çoraplar arasından teninin tazeliği seçilen baldırları o kadar düzgün, o kadar güzel, o kadar hoş bir dolgunlukta ki yalnız göz zevkiyle geçinen erkekler için heyecan verici iki güzellik sembolü demeye değer.

      Şimdiki kadınlar kıyafetleriyle ince sak üzerinde, ince, güzel çiçeklere benziyorlar. Cevher Hanım sapının üzerinde sallanan sümbül edasıyla geziniyordu. Toprağa, küçük iskarpinlerinin yalnız sipsivri, incecik, uzun ökçeleriyle minimini burunları değdikçe bazı çevik hareketlerinde rüzgâr elbisesini yelpirdettiği zaman, hemen hemen, uçacak sanılıyordu.

      Hanımın tıknaz ve değirmi yüzü boyalıydı. Çevresi sürme ile çokça gölgelendirilen gözleri bir çift loş pencereden parlayan mum gibi bir çekicilikle yanıyordu. Bu çekicilik uzaktan kalbimi birkaç defa burktu. O bakışların ateşlerini yüreğimde duydum. Sadakatsiz gönlümde yasağa eğilim, dayanılması çok zor bir şiddet aldı.

      Bu genç, servi gibi boylu kadının yanında tüylü, esmer, tımtıkız kocası, bodur meşe görünüşü alıyordu. Tam bizim pencerenin hizasından geçerlerken Latife Hanım kendini tutamadı:

      “Aman Allah’ım, ne günlere kaldık! Cevher midir? Cevahir midir? Ne matahtır, şu karıya bakınız. Âlemin dediği kadar yok mu? Bacaklar, kollar, göğüs, ense bütün vücudu tabak gibi meydanda… Erkeğin her yanı kapalı… Tüyden tüsten yüzünün ucu bile görünmüyor. Bu ne ters iş? Erkeğin örtünüp de kadının böyle şakayık gibi açılacağı kimin aklına gelirdi? Şimdiki kadın elbiseleri incecik, tiril tiril bir şeyler… Yaz, kış bu kıyafette üşümüyorlar. Aman Allah’ım, bu ne kızgınlık? Sen iyilikler ihsan et ulu Tanrı’m…”

      Camilerin pabuçluklarında vaaz eden yarı ümmi softalar gibi Latife Hanım biz dinledikçe coşuyordu. Dayanamadım:

      “Sus Latife nine… Bu yana bakıyorlar. Dediklerini işitecekler.” dedim.

      Kocakarı, bu sözlerime kızdı:

      “İşitsinler! Benim Allah’tan başka kimseden korkum yok. Cevher Hanım tiyatroya çıkan kantocu kızlara benziyor. Fıkır fıkır genç karıyı gördün, galiba için çekti.”

      Sabiha Hanım: “Kes büyükhanım, nasıl lakırtı onlar? Benim yanımda kocama böyle şeyler söylenir mi?”

      Kocakarı: “Yalan söylemiyorum. Kocana güvenme kızım, o kadar…”

      Sabiha Hanım: “Ben güvenirim.”

      Kocakarı: “Allah akıllar versin! Gençliğimde kocam benim yanımda gözünü kaldırıp da dişi kediye bakmazdı. Zamane değişti. Âdetler, ahlaklar bozuldu. O herif karısını bahçeye çırılçıplak çıkarmış, kıskanmıyor. Sen kocanı kıskanmıyorsun. Vallahi erkeğin gönlü, kendi karısından çirkin karılar için bile titrer. Yabancı kadın onlara öyle tatlı gelir ki…”

      Sabiha Hanım: “Sus, sus Latife Hanım. Ben kocama güvendiğim gibi yakından tanımadığım hâlde Cevher Hanım’ın terbiyesinden de eminim. O bayağı bir kadın değil. Bugüne bugün ünlü bir bilginin karısı…”

      Kocakarı: “Kızım, beni söyletme. Şu bahçede gezen Cevher Hanım eğer yanındaki o fino köpeği herifle oturursa bütün dünya benim yüzüme tuuu diye tükürsün. Kim bilir karının kaç oynaşı vardır? Benim gözlerim tecrübelidir. Adamı bir bakışta anlarım. Ha (yüzüme dik dik bakarak) daha fazla söyletmeyin beni. Şimdi ha… Raife’yi burada kocası öldürdü. Bakalım bu karı koca da ne Ali Cengiz oyunu çıkaracaklar? Köşkün kısmetine böyle seçme kiracılar geliyor.”

      Zehirler saçan bu dedikodu çukurunu güç bela kapatabildik. Acuzenin insanın içini okuyan gözlerinde, tecrübeli sözlerinde bin isabet vardı. Ama karımın önünde böyle gerçeklerden söz etmek hiç doğru bir şey değildi.

      Görünüş bakımından birbirine uymayan bu karı kocanın yan yana gezişlerinde gerçekten sahneye çıkan komikleri andırır bir hâl vardı.

      Her taflanın dibinde, her ağacın önünde, filoksera vurmuş kütüklerin aralarında duruyorlar, Hurrem Bey uzanıyor, bir yaprak koparıyor, eğiliyor, yerden bir ot seçiyor. Bir taş alıyor, kim bilir karısına botanik veya yer kabuğu üzerine uzun uzadıya bir şeyler anlatıyordu. Ama kadında kocasını dikkatle dinleyen bir ciddilikten eser yoktu. Onun gözlerindeki avarelik, kulaklarındaki ihmal açıkça seçiliyordu.

      Kadın dalgın ve hasretli bakışlarıyla ufuklarda tatlı hayaller izliyor ve arada bir sıkıntıdan çatılan kaşlarıyla kocasının söylediklerinden pek başka şeyler işitmek isteğini anlatıyor gibiydi.

      Karım, bütün ruhu ile Hurrem Bey’i inceliyordu. Ben de Cevher Hanım’ı. Benim allameyi incelemeye değer bulmayışım gibi, karım da kadının davranışlarına, tuvaletine, yüzüne, ruh hâline kesin önem vermiyordu. Karımın onunla bu ilgisizliği benim çok işime yarayacaktı.

      Sabiha, allamenin sözlerini işitmek için kulaklarını panjurun aralıklarına yapıştıra yapıştıra dedi ki:

      “Ah Şadan, bilmezsin, bu karmakarışık saçların örttüğü kafanın ne geniş ne şaşkınlık verici ilim ufuklarını kapsadığını, senin zavallı aklın kavrayamaz. Hurrem’in ‘ruh’ hakkındaki son makalesi beni