Hüseyin Rahmi Gürpınar

Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür


Скачать книгу

epey bir zaman önce işi sezinlemiş. O gece karısına çok önemli bir işi olduğunu söyleyerek köşke gelmeyeceğini haber vermiş. Berikiler bu fırsatı kaçırmayarak o akşam birleşmişler.”

      “Hanımcığım, bilmem kaç yıl önce olup bitmiş bu cinayeti hatırlayınca bak, hâlâ dehşetten betin benzin soluyor. Sonra kalkıyor, karı koca sadakatsizliklerinin ölümle cezalandırılmasını istiyor, bu vahşiliği savunuyorsun.”

      “Bir şeyin korkunç olması doğruluğuna engel değildir. Ben doğruyu savunuyorum. Meseleyi ne kadar oradan buradan dolaştırsanız, benden alacağınız karşılık hep budur.”

      Ben fikrimde direnmedim. Karım da besbelli konuyu değiştirmek için:

      “Birkaç yıldır köşk boş duruyor. Bu cinayetten ötürü adı uğursuza çıktığı için kimse kiralamaya cesaret edemiyordu. Bu cesur kiracılar nasıl adamlar acaba?”

      Karım, bir hizmetçi kız çağırarak sordu:

      “Servinaz, bu uğursuz köşke taşınanların kim olduklarını öğrenebildiniz mi?”

      Servinaz kirli, esmer, sivrisinek yeniğiyle sivilceler dökmüş bacaklarının açıklığından utanır gibi, mavi önlüğü altında biraz büzülerek cevap verdi:

      “Oradan bize bir hizmetçi kadın geldi. Tulumbaları bozukmuş. Kuyudan su çekmek için de kovaları yokmuş. İki kova istedi, verdik.”

      “E, sonra?”

      “Sonra efendim, bizim Muhsine Kadın’ın hiç ağzı durur mu? Sizin beyefendiye kim derler diye sordu. O da: ‘Bizim beyefendi ünlü adamdır. Sarığı yoktur ama çok okumuştur. Profesör Hurrem Bey derler. Büyük mekteplerde ders okutur. Kitap yazar. Gazetelere yazılar gönderir. Onu İstanbul’da bilmeyen yoktur. Siz tanımıyor musunuz?’ dedi. Biz de biz kitap okumasını bilmeyiz. Beyi tanıyamadık, cevabını verdik.”

      Karım, hizmetçi kızın bu saflığına gülerek: “A, ünlü profesör Medari Bey!” dedi.

      Sonra bana dönerek ekledi:

      “Şadan, bilmedin mi?”

      Ben biraz tereddütle cevap verdim:

      “Bildim.”

      “Onu hangi eseriyle tanırsın bakayım?”

      “Doğrusunu istersen, hiçbir eserini okumadım. Adını şurada burada işitirdim.”

      “Gazetelerdeki makalelerinden de hiçbirini okumadın mı?”

      “Doğrusu, hayır.”

      “Türk olup da Hurrem Medari’nin bir satırını okumamak, bu, hayretten çok esef etmeye değer bir şeydir.”

      “Ben gazetelerde ne hikâye okurum ne makale… Yalnız havadis ararım. Bazen Hurrem’in yazılarına rastlarım. En kısası on iki punto ile dört sütundan fazladır. Satırlar Fransızca, Almanca, İngilizce kelimelerle çiçek çıkarmışa benzer. Bu efendi hangi dilde yazdığını galiba kendisi de bilmez. Öyle en çetin lügatlerle donanmış o dört sütunun karşısında başım döner. Gazetenin sayfasını hemen çeviririm.”

      “Hurrem bir büyük bilgindir. Elbette öyle yazacak. Allamedir o…”

      “Allame midir? Ayıp değil ya, bu kelimenin manasını bilmiyorum. Bu allame İstanbul’da nasıl yetişir? Bu, Langa bostanlarından biter bayır turpu gibi bir şey midir? Yoksa Sivriada’daki istridye tarlasında mı yetişir?”

      “Oh, Şadan, gücenirim, böyle konuşma… Memleketimizin bilim adamları hakkındaki bu küçümsemene dayanamam.”

      “Küçümseme değil… Bilmiyorum dediğime inan ve bana anlat, allame nedir? Bunun bir beratı var mıdır? Bu nereden alınır. Fatih’in Karadeniz Kapısı Medresesinden mi? Bizim Darülfünundan mı? Avrupa’dan mı? Koynunda böyle bir resmî belge bulunmayan bir kimse nasıl oluyor da kendisine allame dedirtiyor? Bizde halk o kadar saf, allamelerimiz de o kadar cesur ki söylenen şeyde mana aramak kimsenin aklına gelmiyor.

      Birine allame, filozof, mütebahhir1 gibi bir lakap takınız. Bu unvan derhâl şehrin dört köşesinde kampana gibi çınlar. Ve öyle bir hâle gelir ki bu niteliği herkesin ağzından işite işite o zavallı adam da kendisinin geniş bilgisine inanmak zorunda kalır. Kanıma göre allameler, filozoflar bizde böyle yetişir. Bu muhteşem unvan, Zuhurî’deki Pişekâr’ın içi olmayan kürküne benzer, samur kürküne…”

      “Canım, yüzünü görmeden, bir kitabını okumadan, bir sözünü işitmeden Hurrem Bey’e karşı bu taşkınlığın nedir?”

      “Böylelerine kızarım.”

      “Neden?”

      “Sahte davranışlıdırlar da ondan… Kalp2 bilgindirler de onun için.”

      “Gerçek bilgin nasıl olur?”

      “Bu memlekette bir tanesine rastlayamadım ki nasıl olacağını bileyim! Hanım, yalan söylemiyorum. Ben içimizde öyle tarih hocaları bilirim ki Osmanlı padişahlarını bile sırasıyla sayamazlar, öyle hesap hocaları tanırım ki vallahi kerrat cetveli ezberlerinde değildir. Ama gazetelerde yüksek matematikten söz ederler. Edebiyattan habersiz olduğu hâlde edip geçinenlerimiz çoktur. Çoğunun üzerinde hoca hakkı yoktur. Kataloglarda, kitapçı vitrinlerinde adlarını görüp de kendi kendilerine okudukları rastgele kitaplarla allameleşen, kendilerini yetiştirdiklerini sanan aydınlardır. Mektepsiz yetişmek harikası yalnız bize mahsustur. Ben bilgisizliğimi açıkça söylüyorum ve kabul ediyorum. Bir şey bilmem. Ama bilginlik taslayan cahillere de tutulurum. Devamlı olarak koltuklarının altında birkaç cilt taşıyarak gezen, koltuğunda kitap olmadan sokağa çıkmayan öyle ukalamız vardır ki sırası gelince kendilerini Avrupa’nın büyük filozoflarına benzetmekte hiç tereddüt etmezler. Ama o büyük kafalara lafla benzerlik iddiası gülünç değil, acıklı bir şeydir. ‘Onlarla boy ölçebilmek için şimdiye kadar memleketin kültür ve bilim tarlasına saçtığınız fikir tohumları ne ürün verdi? Hani eserleriniz?’ diye sorulduğu zaman bu mübarekler ne varlık gösterebilecekler? Güve yemiş eski kitaplarımız olmasa kütüphanelerimizin rafları tamtakır duracak. Deliliğiyle tımarhaneyi şereflendirmiş olduğu için bütün akıl hastanesi adayı dengesizlerin Nietzsche ile yakınlıkları kabul edilecekse o başka… Bizde rahmetli Şemsettin Sami Bey’den başka ciddi, sebat eden, ansiklopedik bir adam yetişmemiştir. Milletin kütüphanesinde koca koca ciltlerini sıralamaya muvaffak olan yalnız işte o büyük adamdır. Mektepte hocam bana: ‘Şemsettin Sami Bey’in ruhuna rahmet okumadığım gün yok gibidir. Çünkü ne vakit kalemi elime alsam, rahmetliye danışmadan, onun fikrini sormadan yapamam.’ derdi. Şimdikiler iddiacı, makaleci, konferansçı… Kadınnineme de bir kürsü veriniz de dinleyiniz, bakınız size neler söyler…”

      “Oooo, Şadan, gerçekten ileriye varıyorsun. Bugüne kadar senin böyle konularda bu kadar ateşlendiğini hiç görmedim. Şimdikilerin üzerlerine de böyle göz yumma. Nankörlük lazım değil. Haluk Firdevsî Bey’in koskoca cilt felsefesini inkâr mı edeceksin?”

      “Ben böyle şeylerle uğraşmam. Bu felsefe kitabından bir yerde bahsediyorlardı. İşittim. Arap’ın ne kadar çürümüş lügati varsa buna doldurulmuş. Eğer her satırın arasında metni açıklayan, yorumlayan Fransızca parçalar olmasa kitabından mana çıkarmak mümkün olamayacağını söylüyorlardı. Oysa Türkçeyi Fransızca yardımıyla anladıktan sonra Frenkçede bu gibi eserlerin kıtlığı mı var? Fransızca bilenler bu eserle ilgilenmezler. Bilmeyenlerse nasıl anlasınlar?”

      “Bey, bugün yaman bir tenkitçi oldun. Kitap sevmediğin için yazanlara atıp tutuyorsun, bundan zevk alıyorsun. Ama ne olursa olsun, Hurrem