de kuvveti nispetinde zaman zaman gösterir. Mutlaka gönlünün himmeti haklı tarafa meyleder. Haksızlık aleyhine gönlünde bir nefret ve bir gazap bulur. Gerçi şu tarif ettiğimiz manzarada haklı haksız kim olduğu anlaşılamıyordu ama hangisinin zayıf hangisinin kuvvetli olduğu görülüyor ve anlaşılıyordu ya. İnsanın meylettiği kahramanlık ise mutlaka zayıf ve aciz tarafa sevk eder. İki kişinin tavla oynadığını temaşa ettiğiniz zaman gönlünüzden ne gibi hisler geçtiğini tecrübe etmişsinizdir. Hangi tarafın oyunu fena gider de mağlubiyet yüz göstermeye başlar ise gönlünüzün himmeti o tarafa akar. Attığı zarların muvafık gelmesi için gönlünüzde birçok temenniler hasıl olur. Elindeki vuruk pulu galip düşmanın açık pulu üzerine konabilmesi için “Aman bir çihar!” diye temenninizi açığa vurursunuz. Attığı zar üzerine oynanacak en muvafık oyunu bulamayarak hayrete düçar olduğu zaman biçareye oyunlar ihtar edip onu uyarırsınız. Çünkü mağluptur. Bir de biraz sonra o mağlubun oyunu düzelerek evvelki galip taraf mağlup olmaya başlar başlamaz sizin himmetinizde dahi bir değişme vukua gelir. Galip tarafın mağlubiyeti arttıkça gönlünüzdeki değişiklik de artarak nihayet evvelce hasmına ettiğiniz himmet ve gayreti, şimdi de buna etmeye başlarsınız. Bu hâl sizin için tabiidir. Çünkü yaradılışınızda size verilen kahramanlığın gereğidir.
Kadın ile erkeğin savaşını uzaktan, ama unutmayalım, topu topu yirmi adım uzaktan gören muşambalı yolcu dahi kadın tarafına, aciz ve zayıf ve mağlubiyete namzet olan kadın tarafına deruni bir meyil hissetti. Bir aralık, “Acaba belediye çavuşu, polis, jandarma gibi bir şey yok mu ki imdada yetişsin?” diye etrafına baktı ise de böyle berbat bir havada kurdun, kuşun bir sığınak yeri aradığı bir zamanda ortada polis molis bulunur mu? Kimden korkacaklar ki vazifeleri başından ayrılmaya mecburiyet hissetsinler? Bu havada müfettişler gezebilirler mi ki asayişe memur olanların işleri başında bulunup bulunmadıklarını teftiş eylesinler? Küçük memurlar gibi onların da her biri bir kahvehaneye, bir meyhaneye sığınmışlar! Bundan dolayı onları sorguya çekmek de beyhudedir. Çünkü cevapları hazırdır. “Biz sokakların değil o sokaklardan gelip geçecek olan ahalinin emniyet ve asayişini muhafazaya memuruz. Bu havada ise bütün ahali şu muhafazalı yerlere sığınmışlar. Biz de muhafaza, emniyet ve asayişten ibaret olan vazifemizi işte buralarda ifa ediyoruz.” diyorlar. Bu haklı ve makbul söze karşı burhanınız var mı? Öyle bir hava ki hırlısı da hırsızı da kahvehane ve meyhanelerde!
Bizim muşambalı yolcu bir zabıta memuru görebilmek için etrafına bakındığı zaman, yukarıdaki fıkranın son satırlarında yazdığımız mülahazayı bütünüyle zihninden geçirdi. Hem bu mülahazaları zihninden geçiriyor hem de adımlarını evvelki usul ve ahenk üzerine atmaya devam ediyordu. Yirmi kadar adım kaç saniye zarfında atılabilirse o kadar saniyeden sonra da bizim yolcu kavga eden kadın ve erkeğin yanına vardı. Kadının evsafı “Madam de Rose Bouton” bölümündeki dikişçi Rosette için yazdığımız satırlara tam tamına muvafık idi. Çünkü o kadın Rosette idi. Erkek de yine çapsızlıkta, çelimsizlikte Rosette’in benzeri bir şeydi. Paris fakiri malum ya! Etsiz, kansız bir çocuk iken büyümüş, bıyıklanmış cılız bir şey ama ateş! Saf sinir! Gözleri zaten afacan iken bir de kavganın artırdığı şiddet üzerine ateş gibi parlamakta!
Rosette muşambalı yolcunun varışını manevi bir imdat yetişmiş gibi telakki etti. Bütün tavrıyla sıkışmış bir vaziyet alarak:
“Kurtarınız efendi! Beni bu ham vahşiye karşı müdafaa ediniz!” dedi ve şimdi iş başka bir hâl aldı. Bir dakika evvel bu aciz kadın lehinde yardım etmek insanlığın gereği iken şimdi onu müdafaa bir kahramanlık vazifesi hâline geldi. Çünkü yardım istedi. Bir kadının yardım arzusu bu! Reddedilebilir mi? Herhâlde muşambalı yolcu birdenbire durarak bir askere emir veren bir zabit tavrıyla herife:
“Çekil oradan mösyö!” emrini verdi. Zaten hiddetli bulunan adamı bir de kendi aleyhinde hiddetlendirmek için müdahalenin bundan ziyadesine ihtiyaç var mı? Çirkin ve alaycı bir tavırla yolcuya doğru yaklaştı. Yolcu zannetti ki kendisine bir meram anlatacaktır. O ise sokuldu, sokuldu da Paris çapkınlarının davranışlarından olmak üzere sağ bacağını ani bir hareketle yolcunun ta sol omzuna kadar kaldırarak bir tekme tokadı attı. Ama o kadar seri bir hareketle yaptı ki, sakınmak için yolcuya hiç zaman bırakmadı. Yolcu yere yuvarlandı. Bu anda Rosette yolcunun kulağını yaralamış oldu. O da olanca çevikliğini, çabukluğunu toplayarak yerinden kalkmasıyla beraber Fransız’a öyle bir şamar attı ki görseydiniz bu şamarı ne Fransız şamarına ne İngiliz boksuna ve hiçbir şeye benzetemezdiniz. Bu olsa olsa Türk tokadına teşbih olunabilirdi. Zira kamçı çatlaması kabilinden bir çatlayışı müteakip onu yiyen herif bir ökçesi üzerinde soldan sağa doğru bir devir kadar döndü de, güya ruhsuz bir kalıpmış gibi yere serildi.
Bu mücadele bizim muşambalı yolcunun evvelki hâlini değiştirmişti. Yağmurluğun bir kısmı başından çıktıktan hariç kendisini toplayıp da, düştüğü yerden kalktığı zaman bir ayağı ile eteğine basmış olduğundan bir kolu hizasından aşağı doğru muşamba da yırtılmıştı. O zaman görüldü ki bu zat orta boylu, yirmi beş, yirmi altı yaşlarında, değirmi yüzlü, iri kaşlı, gür bıyıklı, aslan tavırlı bir delikanlıdır. Şu vaka kendisini “gazaba” sürükleyecek bir surette hiddetlendirmemişti de… Nispeten iyi bir tavır ile Rosette’e:
“Haydi matmazel işinize gidiniz! O artık sizi takip edemez. Ben buradayım.” demişti. Rosette oradan ayrılmamak için bir şeyler söyleyerek delikanlıyı iknaya çalışıyor idiyse de, delikanlı kızın sözlerine ehemmiyet bile vermiyordu. O mağlup hasmına dönerek onu izlemekle meşguldü. Gerçi yere yuvarlanmış bulunmasından istifade aramıyor ve kuzgun leşe konar gibi üzerine çullanarak bir güzel tepelemiyor ise de, gözleri hasmının gözleri içine öyle etkileyici bir nazarla odaklanmış ki, eğer bu manzarayı görseydiniz en iyi cinsten bir zağar av köpeğinin bir kekliği ağına düşürmüş olmasına benzetirdiniz. Keklik kımıldanır kımıldanmaz saldırmaya zağar köpek nasıl hazır ve müheyya ise delikanlı da hasmı kımıldanır kımıldanmaz üstüne atılmak için tamamıyla hazır bir vaziyette bulunuyordu.
Delikanlının bu vaziyetini biraz zaman sonra gözlerini açan mağlup hasmı dahi görünce mübarezede devama cesaret bulamadı. Yattığı yerden:
“Tanıdım Abdullah! Seni tanıdım. Sen de beni sonra tanırsın. Hesabımızı dostlar vasıtasıyla hallederiz!” deyip kalktı ve acaba Abdullah tekrar saldıracak mı, diye biraz durup bekledi ise de Abdullah saldırmayınca Concorde Köprüsü’ne doğru yürümeye başladı. Bir gidiyor, beş ardına bakıyordu. Anlaşılıyordu ki Abdullah’ın takibinden korkuyordu. Fakat Abdullah’ın takip hevesinde olmadığını görünce diş gıcırdatmak nevinden bir tavırla:
“Sen de beni sonra tanırsın. Hesabımızı dostlar vasıtasıyla görürüz.”
Tehdidini tekrarladı. Lakin tipi, bu sözlerin Abdullah’a kadar ulaşmasını men eyliyordu.
Fransız, Abdullah’ı tanımıştı ama Abdullah Fransız’ı tanıyamamıştı. Hatta kim olabileceğini merak ederek bir hayli de düşündü, ama yine çıkaramadı. Yalnız başındaki kadife bereden tıbbiye öğrencisi olduğunu anladı. İlk verdiği emir üzerine Abdullah kurtardığı kızın oradan gitmiş zannında iken bir de kızın tarafına döndüğünde Rosette’i orada görünce şu mağlup hasmın kim olduğunu ondan öğrenebileceği tahminiyle bayağı memnun olmuştu. Fakat bu memnuniyeti neticesiz kalmıştı. Zira:
“Bu terbiyesiz herif kimdi matmazel?” diye sorduğu suale, “Bilmem efendi! Sizi ne kadar tanıyorsam onu da o kadar tanıyorum!” cevabından başka izahat alamadı. Vakıa Rosette:
“Pazar olmakla beraber mağazada şimdiye kadar çalıştık. Pazar olduğu için erkence çıkmaya izin verdiler. Quartier Latin