çağırdı yanına. Stein, ülkesinden kovulmuş bir haindir; Armfeldt, bir sefih ve dalaverecidir; Wintzingerode, kaçak bir Fransız uyruğu… Benningsen ötekilerden biraz daha fazla askerdir ama 1807’de elinden hiçbir şey gelmemiş olan ve İmparator Aleksandr’da korkunç anılar uyandırması gereken bir acizdir. Bir şey yapabilselerdi, yararlanılabilirdi onlardan.” diye devam etti Napolyon, haklı ya da güçlü olduğunu (Onun gözünde, bu ikisi aynı şeydi.) kendisine gösteren yığın yığın delili dile getirecek kadar hızlı konuşamadan. “Ama böyle bir durum da yok, bu adamlar ne savaşa ne barışa yarar! Barclay, hepsinden becerikli diyorlar ama ilk davranışlarına bakarak böyle bir şey söyleyemem. Peki ne yapıyor bunlar, bütün bu saray mensupları? Pfuhl teklif ediyor, Armfeldt tartışıyor, Benningsen araştırıyor ve Barclay’a gelince harekete geçmesi istendiğinde hangi tarafı tutacağını bilmiyor ve zaman geçiyor. Yalnızca Bagration bir savaş adamıdır. Kalın kafalıdır ama tecrübelidir, hemen görür ve karar verir. Bu güruh arasında Genç İmparator’unuz ne gibi bir rol oynuyor? Bu adamlar onu lekeliyorlar ve olup bitenlerin sorumluluğunu ona yüklüyorlar. Un souverain ne doit être à l’armée que quand il est général.”23 diye sözlerini bitirdi.
Son cümleyi İmparator’a doğrudan doğruya açıklanmış bir meydan okuma gibi söyledi.
“Harekât başlayalı bir hafta oldu, Vilno’yu savunmasını bilemediniz. İkiye bölündünüz ve iki Polonya eyaletinden geri atıldınız. Ordunuz sızlanıyor.”
Kendisine söylenenleri zar zor kavrayabilen ve havai fişekleri andıran bu sözleri güçlükle izleyen Balaşef “Tam tersine, sire…” dedi. “Birliklerimiz büyük bir sabırsızlıkla…”
“Her şeyi biliyorum…” diye sözünü kesti Napolyon. “Her şeyi biliyorum, taburlarınızın sayısını benimkileri bildiğim gibi kesin olarak biliyorum. İki yüz bin askeriniz yok, bende ise üç misli kadarı var; şerefim üzerine söylüyorum…” diye de ekledi, verdiği şeref sözünün hiçbir değeri olamayacağını unutarak… “Je vous donne ma parole d’honneur que, j’ai cinq cent trente mille hommes de ce côté de la Vistule.24 Türkler, size yardım edemezler! Bir işe yaramaz onlar ve bunu sizinle barış yaparak gösterdiler. İsveçlilerin alın yazısı da deli krallar tarafından yönetilmektir. Kral deliydi, değiştirdiler ve bir başkasını tahta getirdiler: Bernadotte’u. O da hemen çıldırdı çünkü bir İsveçli ancak deliyse Rusya ile ittifak yapabilir.”
Napolyon kötü kötü gülümsedi ve enfiye kutusunu yeniden burnuna götürdü.
Bu sözlere karşı çıkmak istiyordu Balaşef, konuşmak istediğini belirtip duruyor ama Napolyon fırsat vermiyordu ona. İsveçlilerin deliliği konusunda Balaşef, bu ülkenin arkasında Rusya olduğu zaman bir ada sayılabileceğini söylemek istedi. Ama Napolyon öfkeyle haykırdı onun sesini bastırmak için. Haklı olduğunu kendine kanıtlamak isteyen bir kimsenin durup dinlenmeden konuşmasına yol açan bir taşkınlık içindeydi. Balaşef’in durumu güçleşiyordu: Elçi olarak itirazlarda bulunmayarak görevini gerektiği gibi yerine getirmemekten endişeleniyordu; insan olarak da Napolyon’un, pençesine düşmüş olduğundan şüphelenilmeyecek olan gereksiz öfkesi karşısında manen büzülüyordu. Napolyon’un şu anda söylediklerinin önemli olmadığını, yatışınca bunlardan utanacağını biliyordu. Başı öne eğik, onun titreyen kalın bacaklarına bakıyor ve onunla göz göze gelmekten kaçınıyordu.
“Sizin müttefiklerinizin ne önemi var?” diye devam etti Napolyon. “Benim de müttefiklerim var: Polonyalılar. Seksen bin asker, aslanlar gibi dövüşüyorlar. Sayıları iki yüz bine çıkacak.”
Ve belki de bu sözle bir yalan söylemiş olmasına ve Balaşef’in başına gelene razı olmuş gibi karşısında durmasına daha da sinirlenerek birden geri döndü, ona iyice yaklaştı ve beyaz elleriyle enerjik ve hızlı hareketler yaparak neredeyse avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Prusya’yı üzerime sürmeye kalkarsanız, bu ülkeyi haritadan sileceğimi bilin…” dedi öfkeden bembeyaz kesilmiş olarak ve ufacık ellerinden birini hızla ötekine vurarak. “Evet, sizi Dvina’nın, Dinyeper’in ötesine atacağım ve Avrupa’nın büyük bir cürüm işleyerek ve körcesine davranarak yıktığı seddi, size karşı yeniden kuracağım. Evet, sizi bekleyen bu işte, benden uzaklaşarak kazandığınız şey bu!”
Omuzlarını sarsarak birkaç adım attı. Enfiye kutusunu yeleğinin cebine koydu, yeniden çıkardı, birkaç kere burnuna götürdü ve Balaşef’in karşısında durdu. Bir an sesini çıkarmadı, alaycı bir havayla onun gözlerinin içine baktı ve sakin bir sesle şöyle dedi:
“Cependant quel beau règne aurait pu avoir votre maître!”25
Cevap vermesi gerektiğini hisseden Balaşef, Ruslar açısından durumun bu kadar karanlık görünmediğini söyledi. Napolyon, alaycı bir şekilde bakarak hâlâ susuyordu ve şüphesiz, söylediklerini dinlemiyordu. Balaşef, Rusların savaştan en iyi sonuçları beklediklerini belirtti. Napolyon, hoş gören bir eda ile “Göreviniz gereği böyle konuşuyorsunuz ama söylediklerinize inanmıyorsunuz, sizi ikna ettim.” der gibi başını salladı.
Balaşef sözünü bitirince Napolyon enfiye kutusunu yeniden çıkardı, bir tutam çekti ve işaret olarak ayağıyla parkeye iki kere vurdu. Kapı açıldı; saygıyla iki büklüm olmuş bir mabeyinci, şapkasını ve eldivenlerini uzattı İmparator’a; bir başkası da mendilini verdi. Napolyon onlara bakmaksızın Balaşef’e döndü.
“Benim adıma, geçmişte olduğu gibi şimdi de kendisine sadık olduğumu İmparator Aleksandr’a iletiniz. Kendisini çok iyi tanır ve yüksek niteliklerini çok takdir ederim. Je ne vous retiens plus, Général, vous recevrez ma lettre à l’Empereur.”26
Ve Napolyon hızla kapıya yöneldi. Salonda bulunanların hepsi, merdivenlerden aşağıya koşuştular.
VII
Balaşef; Napolyon’un bütün söylediklerinden, öfkelenmelerinden ve soğuk bir şekilde söylenen “Je ne vous retiens plus, Général, vous recevrez ma lettre!” sözlerinden sonra; İmparator’un kendisini görmek istemeyeceğinden ve üstelik, küçük düşürülmüş ve özellikle yakışık almaz davranışlarına şahit olmuş bir elçi olarak da kendisinden kaçınacağından şüphe duymuyordu. Ama aynı gün, Duroc tarafından, İmparator’un masasına davet edilince şaşırdı.
Yemekte Bessière, Caulaincourt ve Berhier vardı.
Napolyon, neşeli ve güleç bir yüzle karşıladı Balaşef’i. Sabahki öfkesinden ötürü zerre kadar sıkıntı ya da pişmanlık duymuyordu ve üstelik Balaşef’in sıkıntısını da gidermeye çalışıyordu. Napolyon’un hiçbir zaman aldanmadığından uzun süredir emin olduğu ve bütün yaptıklarını, iyilik ya da kötülük kavramıyla ilişkisi bakımından değil de kendisi yaptığı için iyi olarak gördüğü besbelliydi.
İmparator, kalabalıkların kendisini coşkuyla karşıladığı ve izlediği Vilno’daki bu at gezintisinden sonra çok neşeliydi. Geçtiği bütün caddelerde pencereler, halılarla, bayraklarla ve armasıyla donatılmıştı ve Polonyalı hanımlar, mendillerini sallayarak selamlıyorlardı onu.
Balaşef’i yanına oturtmuştu ve sadece nezaket göstermiyor; onu, kendi saray mensuplarından, tasarılarını doğru bulan ve başarılarından sevinç duyanlardan biri olarak sayıyormuş gibi davranıyordu. Bir ara, Moskova’dan söz etti ve Balaşef’e, Rus başkenti konusunda sorular sordu. Hem görmeyi tasarladığı bir yer konusunda bilgi edinen meraklı bir yolcu hem de Rus olduğu için Balaşef’in bu meraktan gurur duyması gerektiğine inanıyormuş gibi soruyordu bu soruları.
“Moskova’da