belirtildiği için burada tekrardan kaçınıldı.)
Halife seçimi, Müslümanlar için bir vazifedir. Bu, tam manasıyla Avrupa’da “zorunlu seçim” denilen yöntemden başka bir şey değildir. Sahip Kadı’nın vesikasında yazılmış olduğu üzere Kur’an istisnasız olarak Müslüman halkının hepsine hitap ettiğinden, herkes siyasal görevlerini yerine getirmekle mükelleftir. Eski Yunanistan’da ve Roma’da olduğu gibi özellikli meşguliyet ne olursa olsun her “citoyen” hükûmet işlerini görmek vazifesine sahiptir. Müslümanlıkta da herkes, herkesçe bilinen emir gereği ve münkirden nehy (kabir meleklerinden biri) ile memurdur. Avrupa’da her gün bir adım daha yaklaşan ‘suffrage universel’20 seçimlerde geneli kapsayıcı yöntemden başka bir şey olmasa gerek. İslamiyet’te halkın, derece ya da sınıflandırılması söz konusu değildir. Eşitlik, kesinlik derecesinde uygulanır. Herkes, şeriatı korumak ve muhafaza etmekle görevlidir. Bundan dolayı bütün dünya tarafından onaylanmadığı sürece, bir kişi halife olamaz. Ahali tam bir hürriyet ile her türlü nüfuz etkisinden uzak bulunmak şartıyla seçimini yapar. Seçilen zat, kanunlar ve din kurallarına uygun işlerde bulunmaya ve yalnız kendi bildiği şekilde iş görmemeye mecburdur. Şeyhülislam’ın ifadesi gereğince iman sahibi halk da hükûmetinin icraatını takip etme ve denetlemekten sorumludur.
Nebi’nin hadisleri gereğince her Müslüman, millî saltanata ortak olduğundan hükûmetin icraatını despotça, gayrimeşru, din kurallarına aykırı ya da genel huzuru engellemeye yönelik şekilde görürse muhalefet etmek vazifesine sahiptir.
Sahib Bey merhum, vesikasında hulefâ-i raşidin (ilk dört halife) seçimlerindeki şekilden ve bunların yasallığından açık ve net bir açıklamadan sonra bununla birlikte İslam’ın musibetlere mahkûm olmasını bu yöntemlerden, doğru yoldan çıktığını ve çeşitli şekillerde bıkkınlık ile temsiliyetlerinin arttığına atıf ediyor ki yerden göğe kadar hakkı olduğu bilinmektedir. Merhum yazarın, bu söylenilenler hakkında “afakiye”den “objectif”e çıkıp söylenilenleri “enfise” “subjectif”te bulunuyor ve Sultan Muhammed Han-ı Hamis Hazretlerinin imamlığı açısından din kurallarına uygunluğunu gün yüzüne çıkarıyor.
Bundan dolayı İslam hükûmet biçimi, içeriği itibarıyla bir genel halk hükûmeti, demokrasidir. Hürriyet, eşitlik ve kardeşlik kurallarını İslamiyye hükûmeti onun üzerine bina edilmiştir. Asalet farklılıkları, İslam açısından meçhuldür. İslamiyet’e dâhil olan bütün kavimler, İslam dinini kabul etmekle beraber tüm bu farklardan vazgeçmişlerdir. Özellikle kardeşlik, İslamiyet’in en temel kurallarından biridir.
İslamiyet’in ne kadar demokratik olduğunu konu etmeyi ve bu kitapta buna değinmeyi gerekli görmüyoruz. Kendi bildiğimiz bir şeyin uzatılmasına gerek yoktur. Kesinliği olana karşı kanıtların tekrar edilmesi kayıptır.
Yabancılara karşı, konunun bu yönlerinin açıklanması ve İslamiyet’in savunulması için yazılan ve yukarıda adı geçen Hukuk-ı Amme ve İslam’da bu konular açıklanmıştır.
Bu ifadelerden sonra İslam hükûmetlerinin biçim olmak üzere neden sona erdiğini biraz inceleyelim.
Eğer İslam hükûmeti siyasetin bu temellerine tabi olsaydı, hiç şüphesiz, bütün halk, İslam hükûmetine katılacaktı ve sonuçlanan seçim itibarıyla da İslam dünyasını idare edecek ve koruyacak kimseler de yetişecekti. İslam, halkın hükûmetin ortağı olmasını gerektiriyordu. Zalimler ve despot ileri gelenler ise hükmün uygulanması için bütün Müslümanların, barış yanlısı hükûmete katılımını tasvip edemezlerdi; onun için onların kurduğu hükûmetler, kendi şahsiyetlerine ya da hanedanlarına ait gibi bir şeydi. Bundan dolayı onların sona ermesiyle hükûmetlerin de ömrü bitti.
İslam hükûmeti kısım kısım ayrımları kabul etmez. Birden çok İslam hükûmeti olamaz. Kişisel ihtirasların araya girmesi, bölünmeyi gerektirir. Bölünmeler, her yerde olduğu gibi parçalanmayı gerektirir. Despotluk, İslamiyet’teki kardeşliğe imkân veremedi. Askerlerin artması grupların çoğalmasına, bunların serbestçe yeniden ortaya çıkıp hayat bularak düzensizliklere neden olmasına, çeşitli mezheplerin hataya düşmesine sebep oldu. Sonuç olarak Müslümanlar arasında muhabbet kalmadı. Bu muhabbet eksikliği, her cemiyeti, her hükûmeti mahvettiği gibi İslam hükûmetinin de sona erme çağına ulaşmasında gecikmedi. Örnekli açıklamalara girmeyelim. Büyük bölünmeden başlayarak İslamiyet tarihi incelenecek olursa üzülmemize neden olan hep bu açıkladığımız kuralların uygulanmasıyla karşılaşılacaktır.
Muaviye zamanından Abdülhamit’in saltanatı almasına kadar yeni işler ve olaylar eleştiri süzgecinden geçirilecek olursa hep aynı aykırılıkları karşımızda buluruz. Aynı aykırılık ise her yerde aynı felaketlerin gerçekleşmesine neden olmuştur.
Bölünme, ayrılma, kuvvetin ölçülmesi, asker ve devlet ileri gelenlerinin ihtirasları, hükümdarların birbirleriyle kavgaları, ortaya çıkarak baş göstermiş olan çeşitli mezhepler Endülüs’te bu derece ileriye giden “teknoloji”yi yani endüstri medeniyetini ve maddeselliği de mahvetmiştir. Bu kavgalar, düşmanların ekmeğine yağ sürmüş, İslam daimî surette kendini koruma ve karşılık verme mecburiyeti ve vazifesinde bulunmuştur. Büyük bir anarşiye mahkûm kalan Müslümanlar her yerden kovulmuş, her yerde hakaretlere maruz kalmış, kuvvetsiz, dermansız kalmış ve zorunlu olarak geride kalma, cehalet, yobazlık olanca kuvvetiyle yıkıcılığına devam etmiştir.
Bu maddi perişanlık, İslam’da maneviyatı da ruhaniliği de berbat etmiştir. âdeta İslam’ın iradesini sarsacak etkide bulunmuştur. Kendisine tabiiyeti olanların kin ve nefreti, kabul ettikleri siyasal idari yöntemler ise İslam ahalisinin umudunu kaybetmesine, eksilmeye, kabiliyetsiz bir hâlde yaşamasına neden oluyor. Fakat bu musibetlerin dışında teşekkürü hak eden bir yönü varsa o da İslam din kurallarına olan bağlılıklarını kaybetmemiş, başka bir özü kabul ederek dinden yüz çevirmemeleridir. Onun için böyle muazzam unsurların uyarısı zannedildiği kadar zorlayıcı bir iş değildir; hele asla yeri değildir. Bir elektrik akımı, İslamiyet’in temellerini tekrar Müslüman’ın hayat cevherine üfleyerek öyle büyük bir kuvveti meydana getirir ki bunun karşısında durmak mümkün olamaz.
Sonuç olarak sanayi ve hakiki medeniyetin birbirinden ayrılması, içtihat kapısının kapatılması, İslam hükûmet esaslarının unutulması gerilemeyi doğuran sebeplerdendir. Gerilemeyi durdurmanın yolu ise endüstri ve hakiki medeniyetlerin birbirinden ayrılması, içtihat kapısının yeniden açılması ve siyasal İslam hükûmet temellerine dönmektir.
MÜSLÜMANLARIN ŞİMDİKİ DURUMU
ARAPLAR
Arap hükûmetinin fiilen bitiminden sonra Araplar, her tabiiyete dâhil olmuşlardır. Bunlardan hiçbiri de Arap milletini yetiştirmeye yönelik hareketlerde bulunmamıştır. Araplar arasında da yakın zamana kadar bir uyanış ortaya çıkmamıştır. Zavallı Arap evlatları çeşitli tabiiyetler, hükûmetler altında karakterini bir miktar bozmuş, medeniyetini, geçmişteki güç ve azametini unutmuş, olduğu gibi kalmıştır. Hükûmetlerin İslami esasların yolundan ayrılmaları, Arapları despotluklara boyun eğmeye alıştırmıştı. Zorba bir hükûmetin tabiiyetinde olmalarından dolayı huy ve karakter itibarıyla mertliklerini muhafaza edememeleri doğal olduğundan, Araplar da yozlaşmaya yüz tutmuş, bozulmuşlar ve biraz da kötü huylar ortaya çıkarmışlardır.
Bu durumlarda dahi Araplar hiçbir zaman milliyetlerini terk edecek bir vaziyette bulunmamışlardır. Araplıktan bugün çıkmış bir fert yoktur. Aksine Araplar hükûmet meydana getirmedikleri hâlde, çevresindeki kavimleri Araplaştırmak gibi bir benzeşim örneği gösteriyorlar. Arap memleketlerine giden, lisanı ne olursa olsun, Arapça öğreniyor. Hâlbuki Türk memleketlerine gelenler aramızda