not defteriydi.)
“Aldı mı ki?” diye sordu bir diğer faytoncu.
“Evet, hem de nasıl.” diye yanıtladı ilk faytoncu. “Ve ona saldırayım diye beni tahrik ettikten sonra da kanıtlamak için buraya üç şahit getirdi üstelik. Ama ona istediğini vereceğim, altı ay yatmam gerekse bile. Haydisene!” Sonra faytoncu şapkasını yere attı, kendi malına karşı olan gözü kara umursamazlıkla. Mr. Pickwick’in de gözlüğünü çıkardı ve saldırıya önce Mr. Pickwick’in burnuna bir darbeyle başladı. Sonra Mr. Pickwick’in göğsüne bir darbeyle devam etti ve üçüncü darbeyi Mr. Snodgrass’ın gözüne ve sonra değişiklik olsun diye dördüncüyü Mr. Tupman’ın yeleğine indirdikten sonra yola doğru sıçrayıp yeniden kaldırıma döndü ve en sonunda Mr. Winkle’ın bedeninde mevcut olan geçici havanın tamamını yarım düzine saniyede çekip aldı.
“Polis nerede?” diye sordu Mr. Snodgrass.
“İşkence et.” diye öneride bulundu turtacı.
“Bunu ödeyeceksiniz.” dedi Mr. Pickwick nefes nefese.
“Gammazlar!” diye bağırdı kalabalık.
“Hadisene.” diye bağırdı bunca zamandır durmaksızın zıplamakta olan faytoncu.
Topluluk şimdiye kadar olayları hareketsiz izlemekle yetinmişti ancak Pickwickçilerin gammazlar olduğu istihbaratı aralarında yayılmaya başladıkça kayda değer canlılıkla hararetli turta satıcısının teklifini dayatma edebini gösterdikleri bir propaganda yapmaya başladılar: Üstelik eğer arbede yeni gelen kişinin müdahalesiyle beklenmedik bir şekilde kesilmeseydi bu kişilerin ne tür kişisel saldırı suçları işleyeceklerini söylemek güçtü.
“Olay nedir?” diye sordu, bir anda durakların oradan ortaya çıkan yeşil paltolu, oldukça uzun boylu ve ince yapılı, genç adam.
“Gammazlar!” diye bağırdı kalabalık yeniden.
“Değiliz.” diye kükredi Mr. Pickwick, herhangi yansız dinleyiciye göre ikna edici gelebilecek bir tonla. “Değil misin ki değil misin ki?” dedi genç adam, Mr. Pickwick’e hitaben ve kalabalığın birleşen üyelerini şaşmaz bir dirsekleme süreciyle aşarak ona doğru yaklaşırken.
Söz konusu bilge adam, birkaç yüz aceleye getirilmiş kelimeyle olayın aslını açıkladı.
“Gel öyleyse.” dedi yeşil paltolu adam, Mr. Pickwick’i var gücüyle tüm yol boyunca peşi sıra sürükleyerek. “Al bakalım No. 924, ücretini de al, kendini de al götür. Saygıdeğer beyefendi, onu iyi tanırım. Saçmalamayı bırak. Bu yönden, efendim. Arkadaşlarınız neredeler? Hepsi bir hata, anlıyorum. Boş verin, kazalar olur. En düzgün ailelerde bile olur mu olur. Sizin şansınıza. Kaldırın onu. Bunu piposuna koyun, tadı hoştur. Lanet serseriler!” Ve olağanüstü bir gevezelikle sunulmuş bir dizi uzatılmış benzer kırık cümleyle birlikte Mr. Pickwick ve müritlerini peşine takan yabancı, yolcu bekleme odasına doğru yolu gösterdi.
“Garson baksana!” diye bağırdı yabancı, zili muazzam bir kuvvetle çalarak. “Herkese birer bardak brendi ve su, keskin ve güçlü. Gözünüz hasar aldı mı, efendim? Garson! Beyefendinin gözü için çiğ dana biftek. Morluğa çiğ dana biftekten daha iyi gelen bir şey yoktur, efendim. Soğuk lamba direği de çok iyi ama lamba direği elverişsiz. Ortalık yerde gözünü lamba direğine dayamış hâlde bir saat ayakta durmak pek garip olur. Ha, aynen öyle. Ha! Ha!” Böylece yabancı, nefes almak için duraksamadan yarım pint dolusu buz gibi pis kokulu brendi ve sudan koca bir yudum aldı ve sanki olağan dışı hiçbir şey olmamış gibi bir edayla keyif içinde arkasına yaslandı.
Üç yandaşı yeni tanıdıklarına teşekkürlerini sunmakla meşgulken Mr. Pickwick de adamın kılığını ve görünüşünü inceleme fırsatı buldu.
Orta boyluydu ama bedeninin inceliği ve bacaklarının uzunluğu onu çok daha uzun gösteriyordu. Yeşil paltosu kuyruklu ceketlerin döneminde zarif sayılıyordu ama belli ki o zamanlar yabancıdan çok daha kısa bir adamın üstünü benziyordu çünkü kirlenmiş ve rengi atmış ceketin kolları yabancının anca dirseklerine ulaşıyordu. Düğmeleri adamın çenesine kadar öylesine sıkıca kapanmıştı ki sanki her an arkada dikişlerin patlaması tehlikesi vardı. Gömlek, yakalığı olmayan eski bir üst boynunu tamamlıyordu. Dar siyah pantolonun belirli yerlerinde uzun süreli kullanımın göstergesi olan parlak lekeler göze çarpıyordu ve pantolon paçaları sanki her şeye rağmen görünür olan kirli çorapları saklamak için sıkı sıkıya alttaki bir çift yamalı ve eskimiş ayakkabıya tutturulmuştu. Uzun, siyah saçları eski fötr şapkasının altından iki yandan savsak biçimde dağılmıştı. Çıplak bilekleriyse eldivenleriyle paltosunun manşetleri arasından belli oluyordu. Yüzü ince ve yabaniydi ama tarif edilemez şekilde neşeli bir cüret havası ve kusursuz soğukkanlılık adamı bütünüyle kaplamıştı.
Mr. Pickwick’in gözlüklerinin (neyse ki kurtarabildiği) ardından inceleyebildiği ve arkadaşları sonunda teşekkür etmekten bitkin düştüklerinde kendi seçtiği ifadelerle az önceki yardımı için en içten teşekkürlerini ilettiği adam işte böyle biriydi.
“Önemli değil.” dedi yabancı, lafı kısa keserek. “Gerektiği kadar konuştu, fazlasını söylemedi; az akıllı değil o faytoncu. İyi dövüştü ama ben orada olacaktım var ya, yemin ederim kafasını yumruklamıştım. Yapmaz mıydım hiç, göz açıp kapayıncaya kadar turtacıyı da hiç şakam yok.”
Ahenkli konuşması, Rochester faytoncusunun “The Commodore”un yola çıkma noktasında olduğunu bildirmek için içeri girmesiyle bölündü.
“Commodore!” dedi yabancı yola koyularak. “Benim fayton. Yer ayırttım, dışarıda bir yer. Siz brendi ve suyu ödersiniz. Bütün bozdurmak lazım. Sahte gümüş, sahte para olmaz değil mi, olmaz ha?” ve başını neredeyse kurnazlıkla salladı.
Başlarına bunlar gelince Mr. Pickwick ve üç yoldaşı Rochester’ın ilk konak yerleri olmasına karar verdiler ve aynı şehre yolculuk edecekleri yeni tanıdıklarıyla da yakınlaşmış olduklarından, hep birlikte oturabilecekleri arka koltuğu ayırtmaya karar verdiler.
“Ben yanınızdayım.” dedi yabancı, Mr. Pickwick’in tepeye çıkmasına yardım ederken sanki beyefendinin hareketinin ağırlığını bariz biçimde azaltmaya çalışır gibi.
“Valiziniz var mı efendim?” diye sordu faytoncu. “Kim, ben mi? Şuradaki kese kâğıdına sarılı paket, hepsi o. Diğer valiz su yoluyla gitti, sabitlenmiş eşya sandıklarında. Evler kadar büyükler. Ağır, ağır, fena hâlde ağırlar.” diye yanıtladı yabancı, içinde bir gömlek ve bir mendil içerdiğine dair en şüphe uyandırıcı göstergelere sahip kese kâğıdını olabildiğince cebine tıkmaya çalışırken.
“Kafalar, kafalar, kafalara dikkat!” diye bağırdı çenebaz yabancı, o dönemlerde durağın girişini oluşturan kemeraltından geçerlerken. “Berbat yer, tehlikeli iş. Geçen gün beş çocuk, anneleri uzun hanım, sandviç yerken kemeri unuttu, çarptı. Çat! Çocuklar etrafa bakıyor. Annenin kafa gitmiş. Elinde sandviç, koyacak ağız yok. Ailenin direği yıkıldı. Sarsıcı, sarsıcı! Whitehall’a mı bakıyorsunuz, efendim? Hoş mekân, ufak pencereler. Orada başkasının da mı kafası kopmuş, ha efendim? O da etrafını iyi kolaçan etmemiş ha, efendim, ha?”
“Kafa yoruyordum.” dedi Mr. Pickwick, “İnsan ilişkilerinin değişkenlik özelliğini düşünüyordum.”
“O! Anlıyorum. Şey, attan inip eşeğe binmek misali. Filozof musunuz, efendim?”
“İnsan doğasının gözlemcisiyim beyefendi.” dedi Mr. Pickwick.
“Ah, ben de öyle. Yapacak işi az olan ve alacağı ondan da az olan insanların çoğu öyledir. Şair misiniz, efendim?”
“Dostum