Mr. Winkle’a dönerek.
“Biraz, efendim.” diye yanıtladı o beyefendi.
“Hoş uğraş, efendim, hoş uğraş. Köpek var mı, efendim?”
“Şimdilik yok.” dedi Mr. Winkle.
“Ah! Köpek edinmelisiniz. Hoş hayvanlar, bilge yaratıklar. Bir keresinde benim de kendi köpeğim oldu, puanter. Şaşırtıcı içgüdü. Bir gün dışarıda atıştayım, kuşatmaya giriyorum. Islık çaldım, köpek durdu. Yeniden ıslık çaldım. Ponto gitme! Hareketsiz çağırdım. Ponto, Ponto! Kıpırdamadı. Köpek donakalmış, bir tahtaya bakıyor. Başımı kaldırdım, bir yazıt gördüm: “Kolcu, bu alandaki bütün köpekleri vurma emri almıştır.” O yazıyı geçmedi muhteşem köpek. Değerli köpek, çok.”
“Nadir bir örnek bu.” dedi Mr. Pickwick. “Not almama izin verir misin?”
“Elbette, efendim, elbette. Aynı hayvanın yüz tane daha anekdotu var. Hoş kız, efendim.” (Yolun kenarındaki genç hanıma Pickwickçiliğe uymayan bakışlar atmakta olan Mr. Tracy Tupman’a hitaben.)
“Çok!” dedi Mr. Tupman.
“İngiliz kızları, İspanyol kızları kadar hoş değil. Asil yaratıklar. Gür saçlar, siyah gözler, güzel vücutlar, tatlı yaratıklar. Güzel.”
“İspanya’da bulundunuz mu, efendim?” diye sordu Mr. Tracy Tupman.
“Orada yaşadım, çok uzun süre.”
“Çok fetih yaptınız mı, efendim?” diye sordu Mr. Tupman.
“Fetihler! Binlerce. Don Bolaro Fizzgig, asilzade. Evin tek kızı Donna Christina, şahane varlık, bana sırılsıklam âşıktı. Kıskanç baba, onurlu kız, yakışıklı İngiliz… Siyanür asidi… Benim bavulumda mide yıkama tulumbası… Operasyon gerçekleştirildi. Yaşlı Bolaro havalara uçtu, birlikteliğimize rıza gösterdi. Eller birleşti ve gözyaşları sel oldu. Romantik öykü. Oldukça.”
“Hanımefendi şimdi İngiltere’de mi, efendim?” diye sordu, kadının güzellik tasvirinin üstünde büyük etki bıraktığı Mr. Tupman.
“Öldü, efendim, öldü.” dedi yabancı, sağ gözüne çok eski pamuktan bir mendili hafifçe dokundurarak. “Mide yıkamasından sonra hiç iyileşemedi. Zayıf bünye, kurban düştü.”
“Peki ya babası?” diye sordu şairane Snodgrass.
“Pişmanlık ve perişanlık.” diye yanıtladı yabancı. “Ani kayboluş… Bütün şehrin diline düştü, her yer aransa da nafile… Ana meydandaki halk çeşmesi bir anda akmayı bıraktı. Haftalar geçti, hâlâ tıkanıklık var. Temizlesinler diye işçiler tutuldu, su boşaldı. Kayınbaba sağ ayağında itirafnameyle birlikte başını ana boruya sokmuş hâlde keşfedildi. Adamı çıkardılar ve çeşme her zamanki kadar iyi akmaya başladı.”
“Bu kısa aşkı not etmeme izin verir misiniz, efendim?” diye sordu Mr. Snodgrass, derinden etkilenmiş hâlde.
“Elbette, efendim, elbette. Dinlemek isterseniz bunun gibi elli tane daha var. Benim hayatım tuhaf. Oldukça ilginç bir geçmiş, olağan dışı değil ancak nadir.”
Yabancı, araba at değiştirdiğinde parantez niyetine ara sıra attığı birer bardak bira eşliğinde bu gayretle konuşmaya Rochester Köprüsü’ne ulaşana kadar devam etti, ki zaten o zamana kadar hem Mr. Pickwick’in hem de Mr. Snodgrass’ın not defterleri yabancının maceralarından seçkilerle tamamıyla dolmuştu.
“Fevkalade harabe!” dedi Mr. Augustus Snodgrass, hoş, eski bir kale karşılarına çıkınca; onu farklı kılan o şairane hararetle.
“Bir tarihî eser meraklısı için nasıl bir manzara!” Mr. Pickwick teleskopunu gözüne götürürken ağzından dökülen kelimeler tam da bunlardı.
“Ah! Hoş mekân.” dedi yabancı. “İhtişamlı yığın… Kasvetli duvarlar, sarsak kemerler, karanlık kuytular, dağılmaya yüz tutmuş merdivenler… Eski bir katedral de var. Toprak kokusu… Hacıların ayakları eski basamakları aşındırmış. Minik Saxon kapılar… Tiyatrolardaki ufak maymun kutuları gibi günah çıkarma hücreleri… Bu keşişler de tuhaf insanlar. Papalar ve din görevlileri ve binbir çeşit adam, müthiş kırmızı yüzleri ve kırık burunlarıyla, her gün gelirler. Askerî ceketler de… Fitilli tüfekler, sandukalar, hoş mekân… Eski efsaneler de tuhaf hikâyeler: İhtişamlı.” dedikten sonra faytonun durduğu ana caddedeki Bull Inn Hanı’na ulaşana kadar yabancı monolog yapmaya devam etti.
“Siz burada mı kalıyorsunuz, efendim?” diye sordu Mr. Nathaniel Winkle.
“Ben burada değilim ama siz kalsanız iyi edersiniz. İyi handır, güzel yatakları var. Wright’s, hemen yanındaki han hoş, çok hoş. Garsona baksan bile hesap yarım kron geliyor. Arkadaşların yerinde yemek yiyince insana kahvehanede çıkaracaklarından daha çok masraf çıkarıyorlar. Tuhaf insanlar… Oldukça…”
Mr. Winkle, Mr. Pickwick’e döndü ve birkaç kelime mırıldandı; Mr. Pickwick’ten, Mr. Snodgrass’a bir fısıltı geçti, Mr. Snodgrass’tan da Mr. Tupman’a ve kafalar onayla sallandı. Mr. Pickwick yabancıya hitaben konuştu: “Bize bu sabah önemli bir hizmet sundunuz, beyefendi.” dedi. “Akşam yemeğinde sizin de bize katılma lütfunda bulunmanızı rica ederek minnettarlığımızın ufak bir işaretini size takdim etmemize izin verir misiniz?”
“Benim için büyük zevk.Tahminde bulunmak ya da zorla kabul ettirmek gibi olmasın ama ızgarada pişmiş kuş ve mantar müthiş şey! Saat kaçta?”
“Bir bakayım.” diye yanıtladı Pickwick, saatine hitaben. “Şimdi saat neredeyse üç. Beş diyelim mi?”
“Bana müthiş uyar.” dedi yabancı. “Tam beşte. O zamana kadar kendinize iyi bakın.” ve cebinden sarkan kese kâğıdı paketle yabancı, başındaki fötr şapkayı birkaç santim kaldırıp sonra da umursamazca oldukça yanda olacak şekilde yeniden yerine bırakarak hızlı adımlarla bahçeyi geçti ve ana caddeye döndü.
“Belli ki pek çok ülkeyi gezmiş ve insanlara yönelik her şeyi yakından incelemiş.” dedi Mr. Pickwick.
“Şiirini görmek isterim.” dedi Mr. Snodgrass.
“Ben de o köpeği görmek isterim.” dedi Mr. Winkle.
Mr. Tupman hiçbir şey söylemedi ama Donna Christina’yı, mide yıkama tulumbasını, çeşmeyi düşündü; gözleri yaşlarla doldu.
Özel bir oturma odası tutulup yatak odaları incelendikten ve akşam yemeği siparişi verildikten sonra grup şehri ve civar mahalleleri görmek için dışarı çıktı.
Mr. Pickwick’in isimleri Stroud, Rochester, Chatham ve Brompton olmak üzere bu dört kasabayla ilgili aldığı notların dikkatle incelemesi sonucu görünümlerine dair izlenimlerinin aynı bölgeye giden diğer gezginlerden elle tutulur herhangi bir farkı olduğuna dair bir bulgu bulamadık. Kasabanın genel görünüşü kolaylıkla özetlenebilir.
“Bu kasabaların esas ürünleri…” diyor Mr. Pickwick. “Askerler, denizciler, Yahudiler, tebeşir, karides, memurlar ve tersane çalışanları gibi görünüyor. Halka açık caddelerde satışa çıkarılan malların çoğunu denizcilik ürünleri, bademli tatlı, elma, yassı balıklar ve istiridye oluşturuyor. Sokaklar başlıca ordunun şenliğinden kaynaklanan canlı ve hareketli bir görünüme sahip. Bu yürekli adamların hem hayvani hem ateşli ruh hâlinin etkisi altında sendelemelerini görmek özellikle de onları takip edip onlarla şakalaşmanın çocuk nüfusu için ucuz ve masum bir eğlenti sağladığını akla getirmek yardımsever bir zihin için gerçekten keyifli.” “Hiçbir şey…” diye ekliyor Mr. Pickwick. “Onların neşesini aşamaz. Daha benim geldiğim günden bir gün öncesinde onlardan biri bir bar sahibesinin