Robert E. Howard

Ejderhanın Saati / Kahraman Conan


Скачать книгу

BÖLÜM

      “HANGİ CEHENNEMDEN ÇIKTIN SEN?”

      Conan, Xaltotun’un arabasında yaptığı uzun yolculuktan habersizdi. At arabasının bronz tekerleri dağlardaki kayalıklardan, vadilerdeki çimenlerden geçip Belverus’un sınırlarındaki yemyeşil çayırlıklara ulaşırken Conan, ölü bir adam gibi yatıyordu.

      Şafak vaktinin hemen öncesinde biraz kendine gelmeye başladı. Birtakım mırıldanma sesleri, homurtular duymaya başladı. Üzerini örten örtüden sızan ışıktan siyah kemerli, kapı benzeri bir şey ve birkaç sakallı silahşor görüyordu. Meşalelerin ışığı silahşorların mızraklarına ve miğferlerine vuruyordu.

      Nemedyalı bir aksanla, meraklı bir ses; “Savaş nasıldı efendim?” diye sordu.

      “İyiydi işte.” diye kısa bir yanıt geldi. “Akilonya Kralı öldü ve ordusu dağıldı.”

      Heyecanlı heyecanlı mırıldanmalar duyulmaya başladı, mırıldanma sesleri Xaltotun’un kapıya bağladığı at arabasının tekerlerinin çıkardığı seslere karıştı. Ancak Conan seslerin arasından nöbetçi askerlerden birinin söylediklerini duydu: “Sınırın ötesinden Belverus’a kadar; güneşin batmasından şafak vaktine kadar olan kısacık sürede! Neredeyse hiç zorlanmadılar bile! Tanrı Mitra aşkına, onlar…” Daha sonra sesler duyulmamaya başladı, sadece atların nallarının ve karanlık yollar boyunca ilerleyen tekerlerin sesi geliyordu.

      Conan’a duydukları bir şeyler ifade etse de tam olarak hatırlayamıyordu. Sadece duyup görebilen ama anlamayan akılsız bir canlı gibiydi. Görüntüler ve sesler ona tamamen yabancı gibiydi. Üzerine tekrar derin bir sersemlik çöktü. At arabası yüksek duvarlı, derin bir avludan geçti; Conan, birkaç kişinin kendisini kaldırıp bir taşın üzerine yatırdığını ve derin bir koridordan geçtiğini fark eder gibi oldu. Fısıldamalar, sinsi adımlar, kendisiyle ilgili anlamlandıramadığı konuşmalar duyuyordu.

      Sonunda ayıldı ve birden kendine geldi, her şey cam gibi berraktı artık. Dağlarda yaptıkları savaşı ve ardından olanları tam anlamıyla hatırladı, nerede olduğunu da çok iyi biliyordu.

      Kadife bir koltuğa yatırıldı, üzeri dünden beri hâlâ örtülüydü. Ancak her tarafında zincirler olduğu için hareket edemiyordu. İçinde yattığı oda aşırı görkemli bir şekilde döşenmişti; duvarlarda siyah kadife kilimler, yerlerde mor renkli gösterişli halılar vardı. Herhangi bir kapı ya da pencere yoktu. Süslü tavandan sarkan altın avizenin ışığı bütün odayı aydınlatmaya yetiyordu.

      Işığın altındaki gümüş tahtta oturan silüet çok gerçek dışı ve fantastik gözüküyordu. Üzerindeki transparan ipek örtü onu daha da büyük gösteriyordu. Her şeyiyle olağan dışı bir varlık olduğu belliydi. Yüzünde garip bir nur vardı, sakalları olsa bile yüzü parıldıyordu âdeta. Bu gizemli, büyülü odanın içindeki gerçeğe yakın tek şey de buydu.

      Özenle çizilmiş klasik bir güzelliği yansıtan muhteşem bir yüzdü. Ancak yine de bu rahatlatıcı güzelliğinin altında insanı endişelendiren bir şeyler vardı, insan bilincinin kavrayabileceğinin ötesinde şeyler. Bu yüzü daha önce hiç görmediğini biliyordu, emindi; ancak ona bir şeyleri veya birilerini hatırlatıyordu. Kâbuslarında gördüğün hayalî bir şeyle gerçek hayatta karşılaşmak gibi bir histi.

      “Sen kimsin?” diye sordu kral, agresif bir tavırla. Zincirleriyle mücadele ederek oturağına gelmeye çalışıyordu.

      “Xaltotun derler bana.” dedi, güçlü ve ihtişamlı sesiyle.

      Tekrar sordu Kimmeryalı: “Neresi burası?”

      “Kral Taraküs’ün Belverus Sarayı’ndaki bir oda.”

      Conan hiç şaşırmamıştı. Belverus, Nemedya’nın hem başkenti hem de sınıra bu kadar yakın olan en büyük şehriydi.

      “Taraküs nerede?”

      “Ordunun yanında.”

      “Hımm.” diye mırıldandı Conan. “Eğer beni öldüreceksen neden bir an önce yapıp kurtulmuyorsun?”

      “Seni kralın okçularından, Belverus’ta öldürmek için kurtarmadım tabii ki.” diye cevap verdi Xaltotun.

      “Ne halt ettin bana?” diye sordu tekrar Conan.

      “Bilincini kaybettirdim sana.” diye yanıtladı Xaltotun ve devam etti. “Nasıl yaptığımı anlayamazsın. Bir çeşit kara büyü de diyebiliriz.”

      Conan çoktan anlamıştı, üzerinde kafa yorduğu başka bir şey vardı.

      “Galiba canımı neden bağışladığını anladım. Amalric beni Valerius’a karşı önlem olarak kullanmak istiyor; eğer imkânsız gerçekleşir de Akilonya Kralı o olursa diye. Valerius’u benim tahtıma geçirme işinin arkasında Tor baronu olduğunu herkes biliyor. Ve ben Amalric’i tanıyorsam eğer Valerius’u bir bostan korkuluğundan farksız görecektir. Tıpkı şu an Taraküs’ün olduğu gibi.” dedi Conan, durumu anladığını düşünüyordu.

      “Amalric, senin benim elimde esir olduğunu bile bilmiyor.” diye cevap verdi Xaltotun. “Valerius da bilmiyor. İkisi de senin Valkia’da öldüğünü sanıyor.”

      Conan, gözlerini kısarak sessiz adama doğru bakıyordu.

      “Bunun arkasında bir zekâ olduğunu hissettim.” diye mırıldandı. “Ama bunun Amalric olduğunu düşünmüştüm. Amalric, Valerius ve Taraküs ipleri sana bağlı olan kuklalar mı yoksa? Kimsin sen?”

      “Ne önemi var? Söylesem de inanmazsın. Peki, seni tekrar Akilonya tahtına geçirebileceğimi söylesem?”

      Conan’ın gözleri kurt gibi parladı.

      “Karşılığında ne istiyorsun?”

      “Bana sadık olmanı.”

      Conan sinirlendi: “Teklifini de al cehenneme git. Ben kimsenin kuklası değilim. Ben tahtımı kılıcımın gücüyle kazandım. Ayrıca, Akilonya tahtını kendi isteğine göre alıp satmak senin gücünün ötesinde. Krallık henüz fethedilmedi, bir cephede kaybetmek bütün savaşın kaderini belirlemez.”

      “Sen kılıçlardan fazlasına karşı savaş veriyorsun.” diye açıklamaya başladı Xaltotun. “Savaştan önce seni yere yıkan bir ölümlünün kılıcı mıydı sanıyorsun? Hayır, tabii ki. O karanlığın oğluydu; dış güçlerin evladı, parmakları senin kanını donduracak, iliklerini kurutacak kadar soğuk. Öyle bir soğuk ki senin etini kızgın bir demir gibi yakan!”

      “Senin zırhını giyen askerin şövalyeleri dağdaki geçide götürmesi bir tesadüf müydü sanıyorsun? Kayalıklar şans eseri mi yıkıldı?”

      Conan sesini çıkaramıyordu, öylece bakakalmıştı. Sırtından soğuk soğuk terler akıyordu. Barbar mitolojisinde büyücüler ve sihirbazlar vardı ve bu adamın sıradan bir adam olmadığını aptal olmayan herkes anlardı. Conan, onu diğerlerinden ayıran açıklanamaz bir şeyler hissediyordu. Zaman ve mekân ile alakalı değişik bir izlenimi vardı, çok eskilerden gelen korkunç ve uğursuz bir şeyler gibi. Yine de inatçı ruhu ona boyun eğmeyi reddetti.

      “Kayalıkların düşüşü bir tesadüftü.” dedi hâlâ saldırgan olmakta direnerek. “Ve kim olsa askerleri oradaki geçide yürütürdü.”

      “Sanmıyorum. Sen yapmazdın. Sen bunun bir tuzak olduğundan şüphelenirdin. Nemedyalıların geri çekilişinin gerçek olduğuna emin olmadan askerleri nehirden ileriye geçirmezdin. Böyle uyutucu hilelere savaş karmaşasında bile gelmezdin sen. Senin kılığına girmiş bir adamın düştüğü tuzağa sen hiçbir şekilde düşmezdin.”

      “O zaman bunlar