Robert E. Howard

Ejderhanın Saati / Kahraman Conan


Скачать книгу

geldi. Pallantides kontrol etmek için kapıya doğru gitti. Kraliyet yaverleri ve çadırı koruyan nöbetçi şövalyelerden biri kapıdalardı. “Bir ses duyduk da.” dedi şövalye çekinerek. “Kral için her şey yolunda mı?”

      Pallantides sorgulayan gözlerle baktı.

      “Çadıra giren çıkan kimse oldu mu?”

      “Sizin dışınızda kimse olmadı efendim.” diye yanıtladı şövalye ancak Pallantides güvenemiyordu.

      “Kralın ayağı takıldı ve kılıcını düşürdü. Görevinizin başına geçin siz.” dedi Pallantides.

      Şövalye gittikten sonra Pallantides kralın beş yaverini gizlice içeri aldı, onlar içeri girer girmez çadırın kapısını sıkı sıkı kapattı. Halıda yatan kralı görünce donakaldılar, Pallantides şok içinde bağırmalarını derhâl engelledi.

      Kumandan tekrar krala doğru eğildi ve Conan tekrar konuşmaya çalıştı. Yüzündeki ve boynundaki damarlar Conan zorla konuşmaya çalıştıkça şişmişti. Başını yerden kaldırdı ve sonunda yarı anlaşılır biçimde mırıldanmaya başladı:

      “Köşedeki, köşedeki şey!”

      Pallantides kafasını çevirip korkuyla o tarafa baktı. Odadaki yaverlerin şaşkın suratı ve çadırın içindeki gölgeler dışında hiçbir şey yoktu.

      “Burada hiçbir şey yok efendim.” dedi.

      “Oradaydı, o köşede duruyordu.” diye mırıldandı kral ve başını bir sağa bir sola çevirerek kendisi bakıyordu. “Bir adam, en azından öyle gözüken bir şey, mumya sargılarıyla sarmalanmış, üzerinde eski püskü bir pelerin ve başında kapüşonu. Tek görebildiğim gözleriydi çünkü orada gölgelerin arasında çömelmişti. Gölgedir diye düşündüm ta ki gözlerini görene kadar. Siyah birer mücevher gibilerdi.”

      “Hemen davrandım ve kılıcımı o tarafa salladım ancak tanrı bilir nasıl olduysa ıskaladım, onun yerine çadırın direğini yaraladım. Ben dengemi kaybedip düşünce bileğimi tuttu, parmakları sıcak bir demir gibi yanıyordu. Bütün gücümü kaybettim, sanki yer suratıma bir tokat gibi çarptı. Sonra da gitti ve ben bu hâldeyim. Lanet olsun! Hareket edemiyorum! Felç geçirdim!”

      Pallantides kralın koca kafasını kaldırdı, kan süzülüyordu. Kralın bileği uzun ve ince parmak şeklinde morarmıştı. Kim bu kadar kalın bir bilekte böyle bir iz bırakacak kadar sıkı kavrayabilir? Pallantides gürültüden sonra gelen kahkaha sesini hatırladı, soğuk soğuk terlemeye başladı. Kahkaha sesi Conan’a ait değildi.

      “Bu şeytani bir iş!” dedi korkuyla titreyen bir yaver. “İnsanlar Taraküs için karanlık güçlerin savaştığını söylüyorlar.”

      Pallantides: “Sessiz ol!” diye emretti sertçe.

      Dışarıda gün ağarmıştı. Tepelerden hafif bir rüzgârla beraber trampetlerin yaklaşan sesleri de duyuluyordu. Yaklaşan seslerle beraber kralın da içinde bir korku başlıyordu. Onu yere düşüren görünmez zincirlerden kurtulmaya çalışırken yine alnındaki damarlar belirginleşti.

      “Bana koşum takımımı giydir ve beni eyerime bağla.” diye fısıldadı. “Savaşı her hâlükârda yöneteceğim.”

      “Efendim, ordu eğer sizin vurulduğunuzu öğrenirse kesin kaybederiz. Düşmanımıza zaferi getirecek tek şey bu olur.”

      “Onu kaldırmama yardım edin.” dedi kralın başkumandanı.

      Kralın yerde öylece yatan âciz bedenini kaldırdılar, üzerine ipek bir örtü örttüler. Pallantides yaverlere döndü ve konuşmaya başlamadan önce şok içindeki suratlarına uzunca baktı. Ve sonunda:

      “Bu çadırda olan bitenden hiç kimseye bahsetmeyin, ağzınızı açmayın. Akilonya Krallığı’nın kaderi buna bağlı. Şimdi biriniz gidin ve bana Pellian mızraklılarının komutanı subay Vallanus’ü getirin.” dedi.

      Yaver, emredersiniz der gibi başını salladı ve hemen çadırdan ayrıldı. Pallantides günün ağarmasıyla beraber yaklaşan ve artan borazan sesleri eşliğinde tekrar kralın vahim durumuna uzun uzun baktı. Yaver, yanında Pallantides’ın söylediği subayla beraber çadıra döndü. Subay, tıpkı Conan gibi iri yapılı, uzun boylu, güçlü biriydi. Ayrıca saçları da yine kralınki gibi gür ve siyahtı. Ancak gözleri griydi, yani Conan’ınkilere benzemiyordu.

      “Kral bir hastalığa yakalandı.” diye açıkladı Pallantides kısaca. “Sana onurlu bir görev vereceğim; bugün kralın zırhını giyip onun atıyla ordunun başına geçeceksin. Hiç kimse at binenin kral olmadığını bilmeyecek.”

      “Bu, birine hayatı boyunca verilecek en onurlu görev.” dedi bölük komutanı heyecandan kekeleyerek. “Tanrının yardımıyla bu kutsal görevin üstesinden geleceğim.”

      Yaralı kral, gözlerindeki öfke ateşiyle kudururken kendini küçük düşmüş hissediyordu. Yaverler Vallanus’ü zincir, kıyafet ve miğferle kuşatıyor, Conan’ın siyah zırhını, üzerinde tüyler ve ejderha damgası olan maskeli başlığı giydiriyorlardı. Hepsinin üstüne de göğsüne altınla kraliyet aslanı işlenmiş ipek cübbeyi giydirdiler. Cübbeyi de altından kılıç kabzası ve zerbaf kılıç kılıfı olan altın tokalı bir kemerle bağladılar. Onlar işlerini yaparken dışarıda trampet sesleri hâlâ devam ediyordu ve gölün karşı kıyısından süvari birliklerinin gürültüleri geliyordu.

      Vallanus, tamamıyla donanmış vaziyette dizlerinin üzerine çöktü, yatakta yatan krala madalyonunu verdi.

      “Yüce kralım, tanrı şahidim olsun ki bugün kuşandığım bu şerefli zırhın şerefine leke sürmeyeceğim.”

      “Bana Taraküs’ün kellesini getir, seni baron yapacağım!” Acıdan duyduğu stres Conan’ın sahte medeni maskesini düşürüyordu. Gözlerinden ateş çıkıyor, dişlerini kana susamış bir vaziyette öfkeyle gıcırdatıyordu. Kimmerya dağlarında yaşayan her barbar kabile üyesi gibi.

      ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

      KAYALIKLAR SALLANIYOR

      Akilonya ordusu parıldayan zırhlarının içindeki atlılar ve mızraklılardan oluşan uzun sıralarla savaşa hazır ve nazırdı. Kraliyet otağında, heybetli siyah zırhının içinde koca silüet belirdi, dört yaverinin tuttuğu siyah atının üzerine çıktığı anda ordunun coşkulu tezahüratı dağlarda yankılandı. Bütün ordu; altın zırhlı şövalyeler, zincir zırhları içinde mızraklı askerler, deri ceketli okçular hepsi bir anda silahlarını sallayıp krallarının şerefine kaldırdılar.

      Karşı tarafın ordusu da vadinin diğer tarafında hareketlenmiş, uzun yokuşlar boyunca sıralanmıştı. Atlarının ayaklarındaki çelik parıltıları sabah karanlığı arasından seçiliyordu.

      Akilonya ordusu, onları karşılamak için temkinli adımlarla hareket ediyordu. Zırhlı atların ölçülü adımları yeri titretiyordu. Bayraklar sabah rüzgârının etkisiyle dalgalanıyor, direkleri sallanıyordu.

      On tane silahlı, gaddar, ketum, dilini tutabilecek kıdemli asker, kralın çadırının etrafında nöbet tutuyorlardı. Bir yaver çadırın içinde duruyor, kapı aralığından dışarıyı gözetliyordu. Birkaç kişi dışında kimse ordunun başındaki büyük ata binenin Conan olmadığını bilmiyordu.

      Akilonya ordusu geleneksel düzeni kurdu: Ağır silahlı şövalyelerden oluşan en güçlü askerler ordunun merkezine konumlandırılmıştı; dış kısımlarda birkaç sıra atlılar, ardından silahşorlar daha sonra mızraklı ve okçu askerler. En sonda ise kuzey birliklerinden gelen, güçleriyle bilinen, deri ceket ve metal başlıklı Bossonyalılar vardı.

      Kraliyet