desteklemedi ancak küre sanki bir zemin üzerinde durur gibi havada duruyordu. Conan, bu büyünün karşısında bir nefes aldı ama pek de etkilenmemişti.
“Akilonya’da neler olduğunu bilmek ister misin?” diye sordu.
Conan cevap vermedi ama merakı inatçılığını yenmiş gözüküyordu.
Xaltotun, buğulu derinliklere doğru uzun uzun baktı ve anlatmaya başladı: “Valkia’daki savaştan sonra akşam olmuş. Dün gece şövalyeler kaçak Akilonya askerlerine eziyet ederken ordunun diğer kuvvetleri Valkia’ya kamp kurmuş. Şafak vakti gelince kampı toparlayıp dağlardan batıya doğru ilerlemişler. Prospero, on bin Poitanya askeriyle beraber, kaçan askerlerle şafak vaktine doğru karşılaştığında, savaş meydanından kilometrelerce uzaktaydı. Savaş başlamadan meydana ulaşabilmek için bütün gece yoldaydı. Çökmüş orduyu yeniden toparlamayı beceremedi ve Tarantia’ya geri döndü. Kuşatılmış atlar yerini sıradan atlara bıraktı; Tarantia’ya yaklaşmışlardı.”
“Şövalyelerini de görüyorum, hepsi bitik hâldeler; zırhları toz toprak içinde, yorgun atlarını ilerletmeye çalışırken sancakları taşıyacak hâlleri bile kalmamış. Tarantia sokaklarını görüyorum. Şehirde kargaşa hâkim, bir şekilde savaşın kaybedildiğini ve Kral Conan’ın ölümünü öğrenmişler. Korkudan deliye dönmüş bir kalabalık var, herkes kralın öldüğünü haykırıyor ve kimse Nemedyalılara karşı örgütlenmeye uğraşmıyor. Akilonya’nın üzerinde karabulutlar dolaşıyor anlayacağın, akbabalar başına üşüşmüşler bile.”
Conan, derin bir iç geçirdi.
“Bunlar laftan başka ne ki? Sokakta yırtık pırtık kıyafetlerle gezen bir dilencinin kehanetlerinden bir farkı yok. Eğer o cam topun içinden bunları görüyorsan, sen hiç şüphesiz bir yalancı ve sahtekârsın. Prospero, Tarantia’yı bırakmaz ve baronlar da ona yardım edecektir. Poitanyalı Trocero yokluğumda krallığımı idare eder ve Nemedya itlerini kulübelerine göndermesini bilir. Elli bin Nemedyalı nedir ki zaten? Akilonya ordusu onları yutar. Belverus’u bir daha göremeyecekler. Valkia’da yenilen Akilonya değildi, sadece Conan’dı.”
“Akilonya bitti.” diye yanıtladı Xaltotun sakince. “Silahlarla mızraklarla fethediliyor, eğer başarısız olurlarsa da tekrar karanlık güçler savaşa dâhil olur. Eğer gerekirse Valkia’da yıkılan kayalıklar gibi şehrin duvarları ve dağları da yıkılır, akarsular kanallarından taşar ve ortada şehir falan kalmaz.”
“Karanlık güçlere gerek kalmadan okla, silahla halledilmesi daha iyi olur çünkü büyüye sık sık başvurulması tüm dünya için bir tehdit olabilir.”
“Hangi cehennemden çıktın sen lanet büyücü?” diye homurdandı Conan. Kimmeryalı istemsizce ürperdi, uzun uzun adama baktı; mistik ve kötücül bir şeyler hissediyordu.
Xaltotun kafasını kaldırdı, boşluktan gelen fısıltıları dinliyor gibiydi. Tutsağını tamamen unutmuştu. Birdenbire kafasını salladı, Conan’a garip bir bakış attı.
“Ne yapacaksın, neden soruyorsun? Söylesem de inanmazsın zaten. Laf anlatmaya çalışmaktan yoruldum. Koca şehri yakıp yıkmak beyinsiz bir barbara laf anlatmaya çalışmaktan daha kolaydı.”
“Şu ellerim bağlı olmasaydı ben seni burada beyinsiz bir cesede dönüştürürdüm de…”
“Ondan hiç şüphem yok, tabii ben sana o fırsatı verecek kadar aptal olsaydım.” diye yanıtladı Xaltotun alkışlayarak. Tavrı değişmişti, hâlinde bir sabırsızlık ve çok net sinirlilik vardı. Ancak Conan bu tavrın kendisine karşı olmadığını düşünüyordu.
“Sana söylediklerimi iyi düşün, barbar.” dedi Xaltotun, devam etti:
“Düşünmek için bol bol zamanın olacak. Seninle ne yapacağıma daha tam olarak karar vermedim. Henüz belli olmayan bazı koşullara bağlı. Ama şunu aklına iyice sok, eğer oyunda olmanı istersem bunun benim gazabımla olmasındansa senin rızanla olması senin için daha iyi olur.” Conan sinirlenip lanet okudu. Odanın kapısını örten perde aralandı ve içeriye dört iri, siyahi adam girdi. Her birinin üzerinde kemerli, ipek bir giysi vardı, kemerlerinde de büyük bir anahtar asılıydı.
Xaltotun sabırsızlıkla kralı işaret etti ve arkasını döndü, meseleyi kafasından tamamen atmak ister gibi. Parmakları garip bir şekilde kıpraştı. Zümrüt yeşili bir kutunun içerisinden bir avuç dolusu simsiyah parıldayan kum taneleri çıkardı, altın bir sehpanın üzerindeki mangala bıraktı. Kristal küre ki Xaltotun onu unutmuş gözüküyordu, görünmez gücü bozulmuş gibi birdenbire yere düştü.
Siyahi adamlar Conan’ı odadan çıkarmak üzere kaldırdılar, zincirlerle öyle bir dolaşmıştı ki yürüyemiyordu. Altın sarısı ağır kapı kapanmadan önce içeriye şöyle bir baktı; Xaltotun tahtına yaslanmış, kollarını bağlamış oturuyordu, mangaldan hafif bir duman yükseliyordu. Conan’ın tüyleri diken diken oldu. Daha önce güneye doğru uzanan antik ve kötü krallık Stigya’da böyle siyah kum taneleri görmüştü. Ölümcül uykuya dalıp korkunç rüyalar görmeye sebep olan siyah lotus çiçeğinin polenleriydi bunlar. Siyah lotusu yalnızca ürkütücü Kara Yüzük büyücülerinin, büyülerini diri tutmak amacıyla kâbuslar gördürmesi için kullandığını da gayet iyi biliyordu Conan.
Kara Yüzük, batı dünyası için bir masal ve yalandı ancak Conan onun korkunç gerçekliğinin farkındaydı. Kara Yüzük’ün acımasız ibadetçileri Stigya’nın kara mahzenlerinde ve Sabatea’nın lanetli tepelerinde korkunç büyülerini icra ederlerdi. Gizemli kapıya doğru tekrar geri dönüp baktı, kapının arkasındakiler içini ürpertiyordu.
Kral, gece miydi gündüz müydü anlayamıyordu. Kral Taraküs’ün sarayı karanlık, kasvetli ve kendinden ışıltılı gibi gözüküyordu. Karanlığın ve gölgelerin ruhu vardı sarayın üzerinde ve bu Conan’ın anladığı kadarıyla Xaltotun’dan kaynaklanıyordu. Siyahi adamlar, kralı loş ışıklı dar koridordan geçiriyorlardı. Koridor o kadar karanlıktı ki adamlar bir ölüyü taşıyan hayalet gölgeler gibi gözüküyorlardı. Sarmal taş bir merdivenden aşağı doğru indiler. Adamlardan birinin elindeki meşale duvarda eğri büğrü gölgeler oluşmasına sebep oluyordu. Kara şeytanlar tarafından cehenneme götürülen bir ceset gibi hissediyordu.
Sonunda merdivenin son basamağına ulaştılar, uzun, düz bir koridordan geçtiler. Koridorun bir tarafında merdivene açılan kemerli bir kapının bulunduğu duvar, diğer tarafındaki duvarda ise birkaç adım arayla yapılmış demir kapılar.
O kapılardan birinin önünde durdular, siyahi adamlardan biri kemerindeki anahtarı çıkardı ve kilidi açtı. Parmaklıkları itekleyerek tutsaklarıyla içeri girdiler. Duvarları, yerleri ve tavanı taştan olan küçük bir zindandalardı, diğer duvarda parmaklıklı bir kapı daha vardı. Conan kapının arkasında ne olduğunu kestiremiyordu ama başka bir koridor olduğunu zannetmiyordu. Meşalenin loş ışığından parmaklıklar arasına yansıyan ışıktan ve yankıdan geniş bir yer olduğunu tahmin etmişti.
Zindanın girdikleri kapıya yakın olan köşesinde bir taşa takılmış demir halkaya bağlı zincirler sarkıyordu. Zincirlere bağlı bir iskelet duruyordu. Conan merakla iskeleti inceledi; kemiklerin çoğu kırılmış ve çürümüştü, omurgasından düşen kafatası ezilmişti. Kuvvetli bir patlamadan olduğunu tahmin etti.
Siyahilerden biri, kapıyı açan değil, soğukkanlılıkla halkadaki zincirleri kaldırdı, anahtarlığındaki anahtarlardan biriyle kilidi açtı. Paslı demiri ve iskeleti bir kenara itekledi. Conan’ın zincirlerini taştaki halkaya geçirdiler. İyice zincirlediklerine emin olduktan sonra üçüncü siyahi adam, anahtarıyla diğer taraftaki kapıyı açtı.
Adamlar meşaleden yansıyan loş ışığın