ısırgan otu,
Küçük ısırgan otu,
Ne arıyorsun burada, yalnızlık dolu?
Seni haşlamadan, kavurmadan
Yediğim günler oldu dedim, diye cevap vermiş.
Gelin, odaya geri dönüp: “Isırganlara ne dediğimi hatırladım.” diyerek Maleen’in kendisine söylediklerini tekrar etmiş. Prens bu sefer: “Peki mabedin önündeki köprüden geçerken ne dedin?” diye sormuş. Gelin yine şaşırarak: “Ne köprüsü, ben köprülerle konuşmam ki!” demiş. Prens yine, “O zaman sen gerçek gelin değilsin.” deyince kız tekrarlamış: “Gidip hizmetçime sormalıyım, benim dediklerimi o hatırlar.”
Bunu söyledikten sonra koşup Maleen’i bulmuş ve ona köprüye ne dediğini sormuş. O da sadece:
Kırılma ey yaya köprüsü,
Değilim ben gelinin kendisi dedim, demiş.
Gelin: “Bu yaptığın yüzünden kafanı kestirteceğim!” diyerek çok sinirlenmiş ve odaya geri dönmüş. “Şimdi mabedin kapısında ne dediğimi hatırladım.” diyerek duyduklarını tekrarlamış. Bu sefer prens: “Peki sana mabedin kapısında taktığım kolye nerede?” diye sormuş. Gelin de: “Ne kolyesi? Sen bana hiç kolye vermedin ki!” diye cevap vermiş. Prens: “O kolyeyi boynuna kendi ellerimle taktım eğer bilmiyorsan demek ki gerçek gelin değilsin.” demiş ve yüzündeki duvağı kaldırıp da tarif edilemez çirkinliğini görünce dehşetle irkilerek: “Sen nereden çıktın? Kimsin sen?” diye sormuş.
Kız: “Ben senin nişanlandığın kişiyim. Beni dışarıda gören insanlar çirkinliğimle alay eder diye korktuğum için bana hizmet eden hizmetçiye giysilerimi giydirip, mücevherlerimi takıp kendi yerime mabede gönderdim.” demiş. Prens: “Peki o nerede? Onu görmek istiyorum. Gidip bana onu getir.” demiş. Kız odadan çıkar çıkmaz diğer hizmetçilere mutfak hizmetçisinin bir sahtekâr olduğunu ve onu bulup avluda kafasını kesmelerini emretmiş. Hizmetçiler, Maleen’i bulup sürükleyerek avluya çıkartırlarken kız öyle yüksek sesle çığlık atıp yardım istemiş ki prens, onun çığlıklarını duyup odasından fırlamış ve hizmetçilere onu derhâl bırakmalarını emretmiş.
Işıklar yandığında prens, kızın boynunda önceki gün mabedin kapısında taktığı altın kolyeyi görünce: “Benimle mabede gelen gerçek gelin sensin, şimdi benim odama gelmelisin.” demiş. İkisi odada yalnız kaldıklarında da: “Düğün alanına giderken yolda Maleen’den bahsetmiştin. Kendisi benim eski nişanlımdı. Sen ona öyle çok benziyorsun ki imkânsız olduğunu bilmesem neredeyse senin o olduğunu sanacağım.” demiş. Bunun üzerine kız: “Ben senin uğruna yedi yıl boyunca karanlık kuleye hapsedilen, aç ve susuz kalan, yıllar boyu sefalet içinde yaşayıp özlem çeken Maleen’im. Ancak bugün şans bir kez daha yüzüme güldü. Seninle mabette evlendim ve resmen senin karınım.” demiş. Sonra birbirlerini öpmüşler ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar. Sahte gelin yaptıklarının bedelini canıyla ödemiş.
Maleen’in hapsedildiği kule uzun yıllar ayakta kalmış ve çocuklar kulenin yanından geçerken hep şu şarkıyı söylemişler:
Huu huu Baltazar,
Bu kulede kim yaşar?
Bir prenses yaşar.
Duvar yıkılmayacak,
Taş oynamayacak,
Küçük Hans, o parlak ceketiyle
Beni kovalayacak.
Yetenekli Avcı
Bir zamanlar çilingirlik yapan bir genç varmış. Bir gün babasına; artık gidip dünyayı gezip görmek, kendi şansını aramak istediğini söylemiş. Babası onun bu kararından memnun olmuş ve yolculuğu için ona biraz para vermiş. O da yola çıkmış ve iş aramaya başlamış. Bir süre sonra artık çilingirlik yapmak istemediğine ve avcı olmak istediğine karar vermiş. Yine bir gün, başıboş hâlde gezerken yeşiller giyinmiş bir avcıyla karşılaşmış. Avcı, onun nereden gelip nereye gittiğini sormuş. O da aslında bir çilingirin çırağı olduğunu ama artık çilingirlik yapmak istemediğini, avcı olmak istediğini anlatmış ve ondan, kendisine avcılık yapmayı öğretmesini istemiş. Avcı da kendisiyle gelirse bu isteğini yerine getirebileceğini söylemiş.
Genç adam, avcıyla gitmiş ve birkaç yıl boyunca onun yanında yaşayıp avcılık yapmayı öğrenmiş. Daha sonra başka bir yerde şansını denemek istemiş. Avcı da ayrılırken ona, emeklerinin karşılığı olarak attığı hiçbir şeyi ıskalamayan bir tüfek hediye etmiş. Genç adam yola koyulmuş ve uçsuz bucaksız bir ormanda bulmuş kendisini. Akşam olduğunda vahşi hayvanlardan korunmak için yüksek bir ağaca çıkmış.
Gece yarısına doğru uzakta küçük bir ışığın parıldadığını görmüş. Dalların arasından ışığa doğru bakmış ve yerini aklında tutmaya çalışmış. Ama önce, indiğinde yönünü bulabilsin diye şapkasını çıkartıp ışığın olduğu yere fırlatmış. Sonra da aşağıya inip şapkasına doğru yürümüş ve şapkasını giydikten sonra aynı yöne doğru ilerlemiş. O ilerledikçe ışık daha da büyüyormuş. Daha da yaklaştığında onun çok büyük bir ateş olduğunu fark etmiş. Ateşin başında üç dev oturmuş, şişte dana kızartıyorlarmış. İçlerinden biri, o sırada: “Etin tadına bakıp pişip pişmediğini kontrol edeceğim.” diyerek bir parça kopartmış ve tam ağzına atacakmış ki avcı elindeki eti vurup uçurmuş. Dev: “Şu hâle bak, rüzgâr elimdeki et parçasını uçurdu!” demiş ve biraz daha kopartmış. Tam etten bir ısırık alacağı anda avcı elindeki eti tekrar vurmuş. Bunun üzerine dev, yanındaki arkadaşına bir tokat patlatmış ve öfkeyle bağırarak: “Neden lokmamı elimden kapıyorsun?” demiş. Diğeri de: “Ben kapmadım ki! Bir keskin nişancı vurmuş olmalı.” demiş. Dev, bir parça daha et almış ama henüz onu elinde tutamadan avcı onu da uçurmuş. Bunun üzerine dev: “Birinin elindeki lokmayı vurabilmek yetenek ister. Böyle yetenekli bir avcıya ihtiyacımız olabilir.” demiş. Ardından: “Gel buraya keskin nişancı! Sen de bizimle ateşin başında otur, yemek ye sana zarar vermeyiz. Gelmezsen seni zorla getiririz.” diye seslenmiş.
Devlerin daveti üzerine genç adam, yanlarına gitmiş ve onlara yetenekli bir avcı olduğunu, silahıyla neyi nişan alırsa mutlaka vurduğunu söylemiş. Onlar da avcıya; kendilerine katılırsa ona iyi davranacaklarını, ormanın dışında büyük bir göl olduğunu, gölün ardında da güzel bir prensesin hapsedilmiş olduğu bir şato bulunduğunu ve o prensesi kaçırmak istediklerini söylemişler. Avcı kabul etmiş ve kızı onlara getireceğini söylemiş. Devler: “Ancak dikkatli olmalısın. Prensesin yanına yaklaşan biri olduğunda hemen havlamaya başlayan küçük bir köpek var. Eğer havlarsa saraydaki herkes uyanır, bu yüzden de oraya yaklaşamayız. Köpeği susturabilir misin?” diye sormuşlar. Avcı da: “Bu benim için çocuk oyuncağı.” demiş. Ardından genç avcı, bir kayığa binip gölü geçmiş. Karşı kıyıya çıkar çıkmaz küçük köpek koşarak yanına gelmiş ve tam havlayacağı sırada avcı, cebinden çıkardığı iğneyle onu uyutmuş. Devler, prensesi artık ele geçirdiklerini düşünerek sevinmişler ancak avcı, durumdan emin olmak istemiş ve bunu yapana kadar da onları çağırmadan içeri girmemelerini söylemiş. Sonra şatoya girmiş ve her şeyin yolunda olduğunu görmüş. Herkes uyuyormuş.
Karşısına çıkan ilk odanın kapısını açtığında duvarda asılı gümüş bir kılıç görmüş; üzerinde de altın bir yıldızla birlikte kralın adı yazıyormuş. Hemen yanındaki masada mühürlenmiş bir mektup duruyormuş. Avcı, mektubu açıp okumuş. Mektupta, bu kılıca sahip olan kimsenin kendisine karşı gelen herkesi öldürebilecek