da hepsini götürüp prensese teslim etmiş ve: “Yarın evleneceğiz.” demiş.
Prenses, kralın fikrini artık hiçbir şeyin değiştiremeyeceğini anlamış ve saraydan kaçmaya karar vermiş.
Gece herkes uyurken prenses kalkmış ve mücevher kutusundan altın bir yüzük, altın bir çıkrık ve bir de altın kanca almış. Güneş, ay ve yıldızları andıran yeni elbiselerini bir fındık kabuğunun içine sığacak şekilde katlamış; kürklü pelerinini de giyip yüzünü ve ellerini ceviz suyuyla siyaha boyadıktan sonra sarayı terk etmiş.
Bütün gece yolculuk yaptıktan sonra en sonunda büyük bir ormana gelmiş ve çok yorulduğu için bir ağacın kovuğuna sokulup uyumuş. Güneş doğmuş ama prenses öğleye kadar uyumaya devam etmiş.
Aynı gün, ormanın ait olduğu krallığın kralı avlanıyormuş. Köpekleri prensesin uyuduğu ağaca geldiklerinde havlayarak ağacın etrafında dönmeye başlamışlar. Kral, avcılarını çağırarak: “Gidip şu köpeklerin neye havladığına bir bakın bakalım.” demiş.
Avcılar gidip baktıktan sonra krala gelip ağacın kovuğunda dünyanın en harika yaratığının uyumakta olduğunu, üzerinde de bin ayrı kürkten yapılma bir pelerin olduğunu söylemişler.
Bunun üzerine kral: “Gidip onu canlı olarak yakalayın ve at arabasına bağlayıp saraya getirin.” diye emretmiş.
Avcılar prensesi bağlarken prenses uyanmış ve korkuyla onlara: “Ben sadece annesi babası tarafından terk edilmiş fakir bir kızım. Bana acıyın ve beni de yanınıza alın.” diye bağırmış. Onlar da: “Evet ufaklık, sen mutfakta aşçının işine yarayabilirsin. Bizimle gel, en azından yerleri süpürürsün.” demişler.
Sonra da onu arabaya bindirip krallarının şatosuna götürmüşler. Ona merdiven altında, hiç güneş görmeyen, küçük bir oda vermişler ve: “Burada kalıp uyuyabilirsin.” demişler. Prenses odun toplamak, su getirmek, ateş yakmak, tavuk yolmak, sebze yetiştirmek, paspas yapmak üzere mutfağa gönderilmiş.
Ona Yaban Gülü diyorlarmış ve Yaban Gülü; uzun süre, böyle sefil hâlde, burada yaşamış. Güzel prenses bunun ne zaman ya da nasıl sona ereceğini hiç bilmiyormuş. Ta ki şatoda düzenlenen festival bitene dek bu şekilde yaşamaya devam etmiş. Festival başladığında ilk gün, mutfaktaki aşçıya: “Kısa bir süreliğine dışarı çıkıp ziyaretçilerin gelişini izleyebilir miyim? Kapının hemen dışında duracağım.” diye sormuş. Aşçı da ona: “Tamam, gidebilirsin ama yarım saat sonra külleri süpürüp mutfağı düzenlemek için burada olman gerekiyor.” demiş.
Sonra prenses küçük gaz lambasını alıp odasına gitmiş. Kürklü pelerini çıkartmış, gerçek güzelliği ortaya çıksın diye ellerindeki ve yüzündeki siyah boyaları yıkamış. Sonra fındık kabuğunu açıp içinden güneş sarısı olan elbisesini çıkartmış ve giymiş. Tamamen hazırlandıktan sonra dışarı çıkıp şatonun giriş kapısında kendisini, saraya gelen ziyaretçilerden biri gibi tanıtmış. Kimse onun Yaban Gülü olduğunu anlamamış. Herkes onun bir prenses olduğunu düşündüğü için krala, gelişi haber verilmiş. Kral, hemen prensesi karşılamaya gitmiş ve onu dansa davet etmiş. Dans ederlerken kral: “Daha önce hiç bu kadar güzel bir kız görmedim.” diye düşünmüş.
Dans biter bitmez prenses eğilip kralı selamlamış ve kral daha arkasını bile dönmeden ortadan kaybolmuş, kimseler de nereye gittiğini görmemiş. Şatonun kapısındaki muhafızı çağırıp sormuşlar ancak o da kızı kapıdan geçerken görmediğini söylemiş.
Prenses hemen odasına koşmuş. Hızla elbisesini çıkartmış. Kürklü pelerini giymiş ve elini yüzünü yine siyaha boyayıp tekrar Yaban Gülü oluvermiş. Mutfağa gidip de külleri süpürdüğü sırada aşçı: “Süpürme işini yarına bırak, şimdi krala çorba yapmanı istiyorum. Hazır olunca ben de tadına bakacağım ancak sakın içine tek bir saç telini bile düşürme yoksa bundan sonra burada aç kalırsın.” demiş.
Sonra aşçı dışarı çıkmış. Yaban Gülü, krala güzel bir çorba yapmış ve ekmek kesmiş. Her şey hazır olunca da hemen odasına gidip küçük altın yüzüğünü almış ve çorba kâsesine atmış.
Kral, balo salonundan ayrılınca hemen çorbasını istemiş. Çorbayı içerken de bunun hayatında içtiği en güzel çorba olduğunu düşünmüş. Tam çorbayı bitirmiş ki kâsenin dibinde altın bir yüzük olduğunu görmüş. O yüzüğün oraya nasıl geldiğini bir türlü anlayamamış. Hemen aşçıyı çağırmış. Çağrıldığını duyan aşçı çok korkmuş ve Yaban Gülü’ne: “Kesin çorbanın içine saç teli düşürmüşsündür. Eğer öyleyse seni mahvedeceğim!” diyerek kralın yanına gitmiş.
Kral, aşçı gelir gelmez: “Bu çorbayı kim yaptı?” diye sormuş. O da: “Ben yaptım.” diye cevap vermiş. Ancak Kral: “Bu doğru değil. Bu çorba senin daha önce yaptıklarından çok farklı ve çok daha güzel. Sen yapmış olamazsın.” demiş.
Bunun üzerine aşçı, çorbayı Yaban Gülü’nün yaptığını itiraf etmek zorunda kalmış. Kral bu sefer: “Git bana onu gönder.” demiş.
Kız, kralın yanına geldiğinde kral ona: “Sen kimsin?” diye sormuş. Prenses de ona: “Ben kimsesiz, fakir bir çocuğum.” diye cevap vermiş. Kral bu sefer, “Benim sarayımda ne arıyorsun peki?” diye sorunca: “Aşçıya yardım ederek ekmeğimi kazanmaya çalışıyorum.” demiş. Kral: “Peki bu yüzük, bu çorbaya nasıl girdi?” diye sormuş. O da: “Yüzük konusunda hiçbir bilgim yok.” demiş.
Kral, Yaban Gülü’nden hiçbir şey öğrenemeyeceğini anlayınca onu geri göndermiş. Bir süre sonra sarayda yeni bir festival düzenlenmiş. Yaban Gülü yine aşçıdan izin alıp ziyaretçilere bakmaya gideceğini söylemiş. Aşçı da ona: “Tamam, git ama yarım saat sonra krala çorba yapmak için gelmelisin. Biliyorsun, senin çorbanı çok seviyor.” demiş.
Prenses döneceğine söz vermiş ve koşa koşa odasına gidip yüzünü, ellerini yıkamış; fındık kabuğunun içinden bu sefer ay rengi elbisesini çıkartıp giymiş. Sonra da yine prenses olarak ziyaretçilerin arasına karışmış. Kral büyük bir memnuniyetle yine onu karşılamaya gelmiş, onu tekrar görebildiği için çok mutluymuş. Dans başladığında onu dansa kaldırmış. Balo sona erdiğinde prenses öyle hızlı bir şekilde ortadan kaybolmuş ki kral neler olduğunu bir türlü anlayamamış. Prenses hızla küçük odasına gidip, kılık değiştirip Yaban Gülü hâline gelmiş ve çorba yapmak için mutfağa koşmuş.
Aşçı yukarıdayken hemen odasından küçük altın çıkrığını alıp çorbanın içine atmış. Kral yine çorbayı büyük bir afiyetle yemiş. Bu da aynı, önceki kadar lezzetliymiş. Aşçıyı çağırıp çorbayı kimin yaptığını sorduğunda aşçı, yine Yaban Gülü’nün yaptığını itiraf etmek zorunda kalmış. Yaban Gülü bir kez daha kralın huzuruna çağrılmış ama kral yine onun zavallı, kimsesiz bir çocuk olduğu ve altın çıkrık hakkında hiçbir şey bilmediği dışında bir şey öğrenememiş.
Saraydaki üçüncü festivalde her şey yine öncekiler gibi olmuş. Ancak bu sefer aşçı: “Senin gidip de balo salonundaki dansları izlemene izin vereceğim. Her ne kadar yaptığın çorba benimkilerden daha lezzetli olsa da nasıl oluyorsa her seferinde içinden, oraya nasıl düştüğünü bilmediğimiz bir şeyler çıkıyor; o yüzden bence sen bir cadısın.” demiş. Yaban Gülü durup dinlenmeden hızla odasına gidip hazırlanmış. Bu sefer yıldızlar kadar parıltılı olan elbisesini giymiş. Kral, onu karşılamaya gittiğinde onun hayatında karşılaştığı en güzel kadın olduğunu düşünmüş. Dans ederlerken prenses fark etmeden kral onun parmağına altın bir yüzük takmış. Öncesinde