Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

poyraz çıkacak diye ta saat sekizi, dokuzu beklemeli… Duman, duman… Hamam ocağı gibi! Sonra manzaranın darlığı, değişmez rengi… Düşün Suad: Bir sandalımız olurdu. Sabahları erken ya da akşamları geç vakit sen şemsiyeni kapardın, ben küreklere sarılırdım… Mehtap olsun olmasın, oranın geceleri ne güzeldir.”

      Süreyya bunları söylerken hayallere dalıyor, gerçekten orada, denizdeymiş gibi zevk duyarak tarif ediyordu. Kocasının yerine düşünen Suad, “Ama mademki bu mümkün değil!” demek istedi; fakat yine kendini tuttu; kocasının havalandığı şu sıralarda bu söz, kanatlarını tutmak gibi olacak, fazla olarak bu imkânsızlık düşüncesi, onu yeniden kızdıracaktı. Bunu, Süreyya’nın kendisi söyledi, “Fakat işte mümkün olmuyor, babam razı değil; çünkü… çünkü istemiyor, sevmiyor; hepsi işte ondan! Eğer o istese biz mutlu olacağız… Bak, mutluluğumuza ne kadar önemsiz bir engel var.”

      Sonra elini kaldırıp görünmeyen bir düşmanı tehdit eder gibi, “Ah, para!” diye söylendi.

      Hiç olmazsa elli lira gerekliydi. “Elli lira…” diyor, sonra ümitsizliğe kapılarak, “Ve bunu bulmanın imkânı yok!” diye köpürüyordu. “İmkânı yok, elli lira bulmak mümkün değil! Yoksa ben şimdiye kadar seni bin kere kapıp götürürdüm.”

      Suad: “Ah ne iyi olurdu,” diye sevindi.

      Süreyya, başını çevirip karısının sevinçle parlayan siyah gözlerine bakarak devam etti:

      “Ne mutlu olurduk Suad, ne mutlu olurduk… Hem asıl senin için, vallahi tamamen senin için istiyorum. Sen söylemiyorsun; fakat ben fark ediyorum ki gelip burada kapanmak seni kötü ediyor, bir kere havasızlık… Sıkıntı… Biz papaz değiliz ki bu manastırda yaşayalım.

      Hayat; kalabalık, güzel hava içinde olur. Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan, kalpleri birbirine bağlayan bu bağları o zaman anlar. Ben, seni ne kadar sevdiğimi başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip hatta senden güzel bulduğum kadınlara bakıyorum da hiçbirini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime kendi kendime yemin ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey ki hiçbirinde rastlamıyorum. Öyle bir şey ki işte bütün endişelerim senin yanında yok oluyor. Ruhuma bir şifa, bir sakinlik geliyor. Dudaklarını gözlerime dokundurduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip toplandığını, orada seninle buluşmaktan mutlu olarak kaldığını hissediyorum. Hele şimdi bana öyle geliyor ki ben, dünyada senden başka hangi kadını alsaydım hiçbirisiyle senin gibi olamayacaktım; senin gibi böyle samimi, ruhuma kadar, böyle canıma kadar samimi…”

      Böyle söylerken hemen dudaklarının yanında duran Suad’ın gözlerini öpüyor, elindeki elini kaldırıp dudaklarından ayırmıyordu. Suad, kocasının sözlerini dinleyerek susuyordu. Süreyya, bu elin ipek örgüsünü uzun uzun koklayarak bir inilti halinde, “Ah Suad!” dedi. “Sen de olmasaydın!”

      Genç kadının mutlu ve soru sorar gibi sessizce bakan gözlerine girerek kalbinden kopan samimi bir sesle, “Sen de olmasaydın ölürdüm Suad,” dedi. Sesinde, bir hüzün titreyişi vardı.

      Suad, sessiz ve heyecanlı duruyordu. Kocasının bu coşkun zamanlarında o, daima sessiz kalır; söylemek istediklerini böyle söyleyemediğinden birdenbire taşan bir arzuyla, kocasının boynuna sarılmak isteğiyle boğularak, sevgisinin ateşini ancak susarak hapseder ve ezilirdi ve hâlâ böyle yeni bir gelin gibi kızarıp, hislerini ne bir sözle ne bir tavırla gösteremediği zamanlar olurdu. Ruhundan heyecanla çıkan feryatları içine atardı; bu durum, kalbini, kocasına daha fazla sıcaklıkla bağlayarak ruhu, ona karşı böyle zamanlarda, kayaları parçalayıcı bir çağlayan coşkunluğuyla hücum ederdi. Şimdi, yine kendi kendine itiraf ediyordu ki bu anda Süreyya için hayatını isteseler, mutluluk duyarak verirdi. Beş senedir kendini ne aşkla sevdiğini, bir erkek olarak ne büyük fedakârlıklarla başka kocalara hiç benzemeyerek sadece kendini nasıl sevdiğini; bütün tavırlarına, bütün davranışlarına kendisi için nasıl bir şefkat, nasıl bir yumuşaklık vererek yaşadığını çok güzel fark ediyordu.

      Çocukluk hayatı annesiyle babasının geçimsizlikleri içinde kahırlı geçtiği için her türlü düşüncenin üstünde bulduğu bu karı koca hayatı onu, sonsuz minnettar etmişti. Sözle o kadar ilgisi olmayanlara özgü içtenlik sayesinde yürüttüğü ince, derin düşünceleriyle bu ilişkinin ne gibi şeylerle ilgili olduğunu fark etmiyor değildi; hele ki eski ateşin gittikçe azaldığını, eski sıcaklığın her gün biraz daha soğuduğunu görüyor; inceleyici, şefkatli bakışlarıyla hepsini hissediyordu. Fakat aralarında bir şey hiç azalmıyor, daima artıyordu ki o da samimiyetti. Kocasının samimiyetinden hiçbir zaman şüphe etme ihtimali yoktu. Her gün, yine şüphe etmediği samimiyetinin bir gün öncekine göre daha da çoğaldığını görüyordu. O derecede ki evlendiklerinden bir sene sonrayı şimdi düşündükçe o zaman, bağlılıklarını doğrulamak için pek yeterli, pek güçlü gördüğü samimiyet derecesi bugünküne göre hiçti. Bugün, “O zaman nasıl emin olmuşum?” diyeceği geliyordu. O zamanın ateşi ve özleyişi bugün dağılmışsa da tedbirli, düşünceli bir kadın olduğundan bugünkü samimiyeti, öncekilere tercih ederek o dağılıştan dolayı ortaya çıkan hüznü gidermeye çalışıyordu.

      Süreyya, parasızlıktan tekrar sızlanarak, “Bak!” dedi. “Bak Suad, elli lira insanı nelerden mahrum ediyor? Sonra biz de adamız değil mi? Karısını mutlu etmek için elli lira bulamayan erkek…”

      Kocasını böyle aciz görmek istemeyen Suad, o öyle düşünmesin, güçsüz görünmesin diye, “Fakat ben seni böyle daha çok seviyorum,” dedi. “Herkes zengin olabilir; fakat senin gibi olamaz.” Sonra Süreyya’nın kederini dağıtmak için ekledi, “Mademki sen beni kapıp bir yalıya götüremiyorsun, bari ben seni alayım da balkona olsun çıkarayım… Gece o kadar güzel ki bundan yararlanmamak cinayet sayılır.”

      Bu sırada bahçeden, gecenin bir köşesinden tiz, parlak bir kahkaha daha geldi. Suad, pencereye doğru yürüyerek, “Bak kız kardeşine… O hiç senin gibi düşünmüyor,” dedi. Süreyya da balkona çıkmıştı, orada bir hasır koltuğa düşer gibi oturarak, “Yanında Necib mi var?” diye sordu. Suad, öbür sandalyeden pelerinini almış örtünüyordu, gülerek cevap verdi:

      “Galiba!”

      “Kocası, babamın yanında değil mi? Tuhaf evlilik, tuhaf koca, tuhaf karı… Özellikle tuhaf karı!”

      Suad gülerek, “Özellikle tuhaf koca!” deyince birbirlerine karşı fikirlerini savundular.

      Süreyya’nın iddiasına göre her işte olduğu gibi bunda da babasının yanlış kararı sonucu kötü bir evlilik yapmış olan kız kardeşi Hacer, evliliğinin henüz ilk senesi olduğu halde kocasından soğuyarak aralarında, açık bir ilgisizlik hüküm sürüyordu. Fatin, her türlü düşüncenin üstünde bir efendi çıkınca bir kuş gibi şen, biraz ince ve hoppaca olan Hacer için bu, derin bir nefrete neden olmuştu.

      Süreyya, tek tük ağaçlarla uzayıp, ta karşıki dağların eteğine kadar uzanan bağa doğru bakarak tekrar etti, “Çılgın kız! Zavallı Necib! Geldi geleli onun elinden çekmediği kalmadı. Geldiğine bin kere pişman olmuştur!”

      Necib, Süreyya’nın halasının oğluydu. Köşke, ara sıra misafir gelirdi.

      Ve Süreyya genç, güzel, zarif Necib’i düşünerek eniştesi Fatin Bey’i görüyor; yağlıymış gibi parlayan ensesi, yüzü, bir şeylerden yararlanmak ümidiyle daima yan bakan hilebaz küçük gözleri, biraz yüksek omuzlarının üstünde duran ve yemek yerken bir hayvana benzeyen öne eğilmiş büyük başıyla nasıl iğrenç bir kişi olduğunu kabul ederek Hacer’e hak vermek istiyordu. Fatin Bey ötede, gayretli bir aday gibi Beyefendi’nin gözüne girip evde demirbaş