Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

bırakmıştı; fakat bundan sonra idare etmek, düzenlemek gerektiğini anlıyordu, hatta mutluluklarının bir halde devamı onları usandırmasa bile can sıkıntısına götüren bir his içinde tutmaktaydı. Bu, ona yeterli bir ders oluyordu. Evet, artık biraz yapmacık olmalıydı. Ve bunu derin bir acıyla hissediyordu.

      O her türlü endişeden arınmış geçmişi, hiçbir şeye bağlı olmadan bile beklenilenden fazla bir neşeyle daima tebessümlerle gelen; hep güzelliklerle, hep sevinçlerle gelen o sade hayat şimdi ona, ele geçmesi imkânsız acı bir iyilik, bir hüsranın matemi gibi görünüyordu.

      Ah, çocukları sağ olsaydı… Ve bunu düşünür düşünmez her zaman olduğu gibi ta ciğerinden bir şey sızlayarak gözlerini yaşlarla doldurdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu, bir çocuğun bir ailede nasıl bir bağ olduğunu, telâfisi imkânsız sanılan neşelere benzeyecek bir başkalık, bir yenilikle kalpleri nasıl hoşnut ve mutlu ettiğini düşünüyor, düşündükçe çocuğunun ölümüne şimdi bunun için de ayrı bir yas tutuyordu. Ah sağ olsaydı! Onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı… Bu ölüm, kendilerinde o kadar derin bir yara açmıştı ki tekrar doğurmak için büyük bir korku duyuyor, karşı konulmaz bir çekingenlik hissediyordu. E, o halde? Bırakacak mıydı? Mutluluklarının böyle hiç görülmeyen, hissedilmeyen; fakat etkileyen, tahrip eden ve bir gün büyük bir yara halinde meydana çıkacak olan bu kurdunu bırakacak mıydı?

      Kocasını gittikçe bu can sıkıntısına yenik, gittikçe bu can sıkıntısının pençesinde o daha güzel geçen zamanlara hasret çeker görüyor; bu hasret çekiş büyüdükçe kendine ait duygulanmaların azala azala belki bir gün asıl engel kendisi sayılarak tamamen ihmal edileceğini farz ediyordu ve kendi etkisinin kaybolmasından çok, kocasının başka bir etkiye, daha kuvvetli bir etkiye yenilme ihtimali; bu olasılık onu yakıyordu. Tekrar sormaya başladı:

      “E, o halde?”

      Evet, uğraşmak gerekiyordu. Fakat nasıl? Öncelikle onun istediğini yapmalıydı. Kocasına karşı kalbinde yer tutmuş sevgi birden o kadar coştu ki: “Peki, sen de git, Necib Bey’le beraber sen de eğlen,” diyeceği geldi; fakat sonra kadınlığı ona bir takım manzaralar gösterdi. Daima, ortak zevkleri olduğu halde şimdi onu, kendisinin ilgisiz ve mahrum kaldığı zevklerin içinde gördü; sıradan bir kıskanç, hep kendisi için isteyen bir kadın olmadığı halde buna dayanamadı. Onu hiçbir eğlenceden mahrum etmek istemez; fakat eğlencelerine katılma isteğine de engel olamazdı; fikrinde, birden bir ışık titredi. Bu, kendine o kadar beklenmedik bir istek verdi ki oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı.

      Süreyya ile Necib sözlerine hâlâ devam ediyorlardı. Şimdi, Necib ona bir olay anlatıyor; Süreyya da dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın, kocasını mutlu ve sevinçli görmek için o kadar samimi bir arzu hissediyor, onu mutlu etmek; onu, hiçbir kadının mutlu edemeyeceği kadar mutlu etmek için o kadar sonsuz bir kalp kuvveti duyuyordu ki artık her türlü engele karşı gelmenin kendisi için bir sıkıntı değil, bir zevk olacağını düşünüyordu.

      Yavaşça çıktı, kocası görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu, kocası şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten sonra hemen zarflayıp dadısının odasına gitti. Küçükten beri elinde büyüdüğü bu ellilik kadın, kocası öldükten sonra Suad’ın rızasıyla buraya, yanına gelmişti. Birçok ricalarla onu, yarın erkenden İstanbul’a kadar gitmeye razı ettikten sonra yukarıya çıkıp Süreyya’yı hâlâ Necib Bey’le salonda bulunca şimdiden başarılı olmuş gibi memnun, yanlarına oturdu.

      Sabahleyin uyanır uyanmaz Suad’ın ilk işi hizmetçiye, “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız, ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnun, kalkıp camları açtırdı. Bol güneş ışığı, gecenin rutubetini silik, bitkin buharlar halinde oraya buraya dolamış; rüzgârsız havada bunlar, asılmış kalmıştı. Ta uzakta, üzerinde tek tük köşklerle ağaçların kaynaştığı bir ovanın ötesinde, ufka kadar deniz görünüyordu.

      Süreyya’ya: “Acaba Necib Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya, bir koltuğa uzanmış düşünüyordu; bunun üzerine kalktı, “Gerçekten… Ama daha gitmemiştir, gidecek olsaydı gece veda ederdi. Dur bir bakayım,” dedi ve camlı kapıyı açarak köşkün üç tarafını çevreleyen balkonda yürüyüp öbür cephedeki pencerenin önünde durdu.

      Necib, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.

      “Ben seni uyuyor zannettimdi.”

      “Oo, saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı. Hele ben, buranın asıl sabahını severim. Şehrin harıltısı içinde yaşadıkça insana biraz sakinlik, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.”

      “Evet, burada geçici oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir…”

      Necib, ileride, kütüklerin arasında geceliğiyle dolaşarak yanındaki bağcıyla bir şeyler konuşan Beyefendi’yi göstererek, “O, sizin gibi hiç düşünmüyor,” dedi.

      Süreyya, omuzlarını öfkeyle kaldırdı, “O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse…”

      Güneş, tatlı bir okşayışla sıcaklığını hissettirmeye başlamış, pencerelerden giren ışık, içerinin yarı gölgesinde güleç parıltılarla resimleşiyordu. Sessizlik içinde, yüksek sesle bahçede konuşan Beyefendi’nin sözlerini işitiyorlardı.

      Süreyya: “Annem geliyor,” dedi.

      Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek, bahçedeki kocasını gösterdi. Süreyya, başını sallayarak, “Gördük,” dedi.

      Hanımefendi, Necib’e rahat edip etmediğini sordu. Süreyya, ona vakit bırakmayarak, “Garip soru,” dedi. “Sanki burada boğulmaktan başka bir şey varmış gibi. Şimdi sıcak gittikçe ateşlenir; her taraf bir fırın, ağaçsız, rüzgârsız bir hamam gibi şiddetle yanmaya başlar. O zaman gelip hiç sormazsınız, ‘Nasılsınız? Terliyor musunuz? Boğuluyor musunuz?’ demezsiniz. Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli…”

      Arkadan Suad’ın sesini işittiler. Gülerek, Hanımefendi’ye, “Vallahi benim kabahatim yok anneciğim,” dedi. “O, mümkün değil bu sene burada oturmayacak…”

      Hanımefendi gülerek, “Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür,” dedi.

      Süreyya alaycı bir tavırla, “Evet, sayenizde…” diye söylendi.

      Necib dedi ki: “Ne iyi olur vallahi! Küçük bir yalı… Karı koca, istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.”

      Suad, kalbi birden atarak sordu: “Otuz liraya mı?”

      Süreyya, annesinin elini tutmuş, ona sızlanıyor, yalvarıyordu. Annesi, gülerek başını sallıyor, “Mümkün değil, imkânı yok!” diye tekrar ediyordu. Babasının elindekini avucundakini çubuklara verdiğini, hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince, “Ben nereden bulurum?” diyordu.

      Süreyya: “Ah sizde ne çıkınlar vardır,” diyor, annesi gülerek, “Otuz lira… Mümkün değil… Sen erkek değil misin, bir karını besleyemiyorsun?” diye eğleniyordu.

      O zaman Süreyya öfkeyle, “Evet, hakkın var,” dedi. “Fakat ben maaşımla ancak boğazımızı besleyebilirim. Önceden peşin otuz lira… Bunun için borç mu yapmalı?”

      Onlar konuşurlarken Suad, kocasına duyurmamaya çalışarak Necib’e dedi ki: “Bugün gidiyor musunuz?”

      Ve Necib tereddüt ederken, burada kalmanın onun için bir fedakârlık olduğunu düşünerek rica eder bir sesle ekledi, “Bugün kalınız.” Sonra bunu da yeterli görmeyerek, “Kalınız, size ihtiyacım var,”