Mehmet Rauf

EYLÜL


Скачать книгу

onlar, Suad’la iki erkek otururlarken Suad, gezme teklifini mümkün görmediğinden nihayet piyanoyu bir kurtuluş çaresi olmak üzere kabul etti. Necib’in müziği pek sevdiğini bildiğinden onu eğlendirebilmek için birçok zamandır ihmal ettiği piyanosuna geçti.

      Süreyya uzanmış olduğu minderde, gözleri tavana dikilmiş, kımıldamayarak, “Sıcakta dinlenmiyor,” dedi, sonra gülerek, “Bununla birlikte çal Suad, teşekkür ederim. Etraftaki haşarat uğultusunun yanında piyano gerçekten musiki yerine geçiyor,” diye gülmeye devam etti.

      Necib, özellikle pek memnun olarak alçak bir sandalyeyle köşeye, piyanonun yanına gelip oturmuştu. Suad, çoktan beri çalmadığı havaları çalmakta güçlük çekiyor; elinin maharetinin, tembelliğinin cezası olarak kaybolduğundan söz ederek sızlanıyordu.

      Evin içinde piyanonun nağmeleri sürekli dalgalandı. Yemek haberi geldiği zaman Süreyya, uzun bir of ile kalkarak koştu, piyanonun kapağını kapattı. “Musikiyle idam!” diye eğlenerek, “Aman kurtulduk ya Rabbim! Sen de mi eziyet meleklerinden oldun Suad?” dedi.

      Sofrada yine o konuyu açtılar; Necib, şikâyete başlamadan Hanımefendi gülerek, “İşte yalıya gidiyorsunuz ya!” dedi. Süreyya, acı bir ricayla, “Evet, sayenizde!” derken Hacer, merakla soruyor, Hanımefendi tatlı sesiyle ağır ağır anlatıyor; Süreyya’nın artık burada sıkıldığından kaçacağını, Boğaziçi’nde bir yalı tutup Suad’ı götüreceğini hafif bir tebessümle haber veriyordu. Hacer, önce gerçek zannetti, bütün yüzünü birden kaplayan bir öfke alevinden sonra kendini tutarak, “Oh ne âlâ!” dedi. “Burada yalnız başımıza…”

      Hanımefendi gülerek sözünü kesti, “Artık biz de yalıya misafir gideriz; şimdiye kadar onlar bizde misafirdi, şimdiden sonra da biz onlarda… Değil mi Hacer?”

      Hacer, soğuk bir tavırla, “O niçinmiş o? Biz de istesek gidemez miyiz?” dedi.

      Süreyya, ah çekerek, “Gitsek de hep beraber gitsek…” dedi.

      Hacer, yüzüne yayılan sevinç parıltısını gizleyemeyerek, “Ha!” dedi. “Ben de gerçekten gidiyorlar zannettimdi.”

      Necib, Hacer’in böyle küçüklüklere pek çok kapılarak onları, böyle basitçe açığa vurduğunu görmekle beraber ona acıyordu. Hacer, güzellikte belki Suad’dan üstündü; fakat Suad’ın bütün diğer şeylerde ona üstünlüğü o kadar göze çarpıyordu ki bunu, Hacer’in de fark etmemesi mümkün değildi. Ahlâkta, ağırbaşlılıkta, uysallıkta ve nezaketteki bu üstünlük Suad’a öyle bir hal veriyordu ki, güzelliği bunlarla zenginleşiyordu. Kocasına olan bağlılığı, sakin, daima güler yüzlü, daima mütevazı halleri bir yükseliş sebebi oluyor; onu yükseltiyordu. Oysaki Hacer’in öyle anları olurdu ki, bir gölge gibi belli belirsiz olan ince kaşları, şeffaf cildi, saçlarının şeklinin güzelliğiyle gerçekten güzel bir kadın olduğu görülüyordu. Necib, bu güzellikte biraz yaramaz, biraz yırtıcı kuş rengi bulurdu. Sonra Suad’ın mutluluğunun yanında kendisinin ziyan edilmiş evlilik hayatı, bu kadına karşı saklamaya nezaket ve tahammülünün yetmediği bir kinle onu incitir dururdu. Necib, eğer Suad’ın huyunun yumuşaklığı ve idaresi olmasa Hacer’le anlaşmanın mümkün olamayacağını; Hacer’in, fırsat bile beklemeyen şu hırçın hücumlarına Suad’ın nasıl bir yumuşaklık ve tahammülle karşılık verdiğini fark ediyordu.

      Sofradan kalkıp salona çıktıkları zaman, “Siz çok iyi yapıyorsunuz?” dedi.

      Suad, önce anlamamazlıktan geldi; bunların kendisine bir saldırı olmadığını, Hacer’in bazen herkese karşı böyle davrandığını iddia etti. Fakat Süreyya da onlarla birlik olup bütün o tavırların birer açık saldırı olduğunu kabule zorladılar. O zaman onu, bir küçük kardeş gibi sevdiğini, her haline pek çok acıdığını, bunun için öyle küçük şeylerine önem vermemeyi tercih ettiğini söyledi. “Yemin ederim ki…” dedi. “Hacer, sizin zannettiğiniz kadar fena bir kız değildir; eğer iyi idare edilse çok iyi olur, oysaki…”

      Süreyya, ağız dolusu duman savurarak, “İşte asıl iş orada ya!” diye haykırdı. “Bu kadar kişinin içinde de bu sabır bir sende var…”

      Necib gülerek, “İşte ben de bu sabra hayran oluyorum,” dedi.

      Süreyya, Suad’ın elinden tutmuş, Necib’e gösteriyordu, “Benim karım bir melektir Necib.”

      Suad, gülümseyerek, “Kızarmak gerekiyor mu?” diye sordu.

      Süreyya: “Sen ne yaparsan yap,” dedi. “Ben izninizle dinlenmek ya da dinlenmek niyetiyle gider şuraya yatarım.”

      Salona henüz giren Hacer: “Oo, ağabeyim bu yıl öğle uykusuna pek erken başladı,” diye söylendi, sonra dönüp Suad’a: “Bu uykuyla yalıda ne yaparsın? Senin orada yalnızlıktan canın çok sıkılacak gibi anlıyorum,” dedi.

      Suad, tebessüm ederek sordu: “Niçin, siz gelmez misiniz?”

      Hacer, bir çeşit dans eder gibi Necib’e doğra giderken, “Ben mi?” dedi, biraz tereddütten sonra ekledi, “Canım hele bir kere yalı tutulsun da… Bu ne kadar acele?”

      Biraz durdu, sonra söylemek istediği sözü hazmettiğini gösterir derin bir nefes alarak, orada yatan Süreyya’yı görmemiş gibi Necib’e yaklaşıp, “Akşama kadar benimle berabersin,” dedi.

      Necib: “Ya şimdi siz, Suad Hanım’ın yalnızlığından söz ediyorsunuz ?” diyecek oldu.

      Hacer, uzun bir “Oo!” koyuvererek başladı, “O, şimdi yalnız değil ki! İnsana kuru hayallerden iyi arkadaş mı olur? Kuzum, bu yalı hayali öyle bir hastalıktır ki, insanı gayet vefakâr bir dosttan daha çok meşgul eder.”

      Necib, yine, “Hep beraber burada otururuz, değil mi Hacer Hanım?” derken Süreyya, yattığı yerden seslendi, “İsterseniz gezmeye çıkın, kütük ormanlarına veya fasulye korusuna…”

      Hacer, Necib’in itiraz eden tavırlarına, Süreyya’nın biraz kuru sesine baktıktan sonra Suad’ın sessiz duruşuna karşı atıldı, “Yalıyı nerede tutuyorsunuz Suad?”

      Suad, tebessüm etmeye çalışarak, “Bakalım, daha karar vermedik?” dedi.

      “Öyle ise karar vermemek için çok zahmet çekmeyeceksiniz. Ben de önce gerçek zannettimdi. Bizde bu züğürtlük varken… Böyle söylenilir, söylenir. Birçok tatlı hayal kurulur.” Gülerek Süreyya’ya, Necib’e bakıyordu. “Sonra vazgeçilir, değil mi? Zaten bundan kolay şey mi olur? Ağabeyim, malûm ya, önce bir heves, bir heves… Üstüne uyku… O, Paris’e de böyle gidip gelmedi miydi?”

      Suad, bu lâfların arasında hep kendi kendine, “Ah akşam olsa!” diyordu. Akşamüstü hepsini kandırıp yola çıkardı; fakat son tren gelip de dadısının çıkmadığını görünce canı pek sıkıldı. O kadar yalvardığı halde babasının belki aldırmayacağını düşünerek kızıyordu. Dadısı ertesi akşam, öbür akşam da gelmedi. Suad, her gün akşama kadar bin sabırsızlık işkenceleriyle bekliyor; bütün gün umduğu halde son saatte ümidini kesip onun gelmeyeceğini, gelse bile boş geleceğini düşünüyor, kederleniyordu. Öbür gün, Necib’i tekrar alıkoymak için çok sıkıldı; fakat niçin alıkoyduğunu da anlamıyordu. Sadece, onun Süreyya’ya ne derece bağlı olduğunu kesinlikle bildiğinden, para geldiği zaman kocasının sevincinde hazır bulunmasını istiyor, bundan başka Necib’in Boğaziçi hakkındaki bilgisinden yararlanabileceğini de düşünüyordu; fakat akşamlara kadar Hacer’in şımarık, hırçın kadınlığının elinden neler çektiğini görerek sıkılıyordu. Bunun için yine “Kalınız!” sözünü, kendini oldukça zorlayarak söyleyebildi; fakat Necib Bey, ciddi davranarak bu alıkoymaların sebebini anlamak için hiçbir imada bulunmamış, sessiz kalarak hep beklemişti.

      İkinci